1968 Mayısından Önce Paris Üniversitesi’nde Bir Açılış Töreni
Bu yazı Sanat Dünyamız dergisinin Kış 1993 tarihli (Sayı 54, Yıl 18) sayısında (s. 12-15) yayımlanmıştır.
Geçen yüzyılın [XIX. yüzyıl] sonlarında inşa edilen şimdiki Sorbonne binasına Rue des Ecoles’e açılan kapılardan girildiğinde, birkaç basamakla etkileyici boyutlarda bir hole ulaşılır. Mermer döşeli bu holün iki yanında, Paris Operasının gösterişli merdivenlerini aratmayan “Büyük Merdivenler” vardır. O merdivenlerden “Büyük Anfitiyatro”ya çıkılır. Sorbonne’un kuzey kanadında herşey büyüktür, görkemlidir, ve biraz da kendini beğenmiştir. Paris Üniversitesinin Rektörlük bürolarına da oradan ulaşılır -o tarihlerde sadece bir tane Paris Üniversitesi vardı, şimdiyse herbiri numaralı, sekiz tane mi on iki tane mi ne var.


Büyük Anfitiyatro kesik yarım küre biçimindedir. Tavanındaki camlı çelik kafes günışığını içeri alır. Orta düzlükteki koltuklar arka sıralara doğru iki uçlarından birer ikişer eksilerek yarım daire biçiminde bir öbek oluşturur. Bunun çevresinde basamak basamak yükselen çember yayı gibi dizilmiş oturma yerleri ahşap ve hayli rahatsızdır; uzun yıllar kullanılmakla aşınmıştır. İlk dört beş sırayla sonrakiler arasında fazladan bir yükseklik vardır; üst düzeydeki sıralardan birincisinin önünde, orada oturanların öne doğru eğilip kollarını dayayabilecekleri yakınlıkta bir korkuluk kesik yarım kürenin kavisine koşut olarak bir baştan ötekine döner. Daha yukarda, operada olsaydı “paradis” ya da “poulailler”, cennet ya da kümes, denilecek ve ayakta durulan mekân yeralır. Tavana doğru kubbeleşen duvarlar freskolar ve nişlere yerleştirilmiş heykellerle süslenmiştir. Yarım kürenin kesik kenarına sırtını dayamış sekinin üzerinde çok uzun -en az dört metre- bir kürsü yeralır. Kürsünün arkasındaki duvar belli bir yüksekliğe kadar işli bir ahşapla kaplıdır; duvarın tam ortasında ve bir de kürsünün iki yanında çift kanatlı üç kapı, hocaların dinlenme yerine ve arka koridora açılır. Ahşap kaplamanın bittiği yerde Puvis de Chavannes’ın “Kutsal Koru” freskosu yeralır. Kutsal korunun içindeki bir açıklıkta, bir mermer kitlenin üzerinde Sorbonne’u simgeleyen bir figür görülür. Belâgati simgeleyen bir başka figür insan aklının başarılarını över; onun çevresinde şiiri simgeleyen figürler yeralır. Kayaların arasından yaşam veren su kaynamaktadır; gençlik susuzluğunu bu kaynaktan doya doya gidermekte, yaşlılık ise kabını doldurmaktadır. Çevrede tarih, felsefe ve bilim, denizler ve karalar, dağlar ve ormanlar vardır.
1963 Ekiminde bir sabah, işte Sorbonne’un o Büyük Anfitiyatrosunda “Genel Sosyoloji Sertifikasına” kayıtlı bütün öğrenciler akademik yılın açılış töreni için toplanmışlardır. Büyük çoğunluğu kravatlıdır. Kızlar arasında pantalonlulara pek rastlanmaz; eteklerse ancak birkaç yıl sonra dizlerin üzerine çıkacaktır. Öyle fazla sakallı da yoktur etrafta; erkeklerde uzun saç alışkanlığının yayılmasına daha on yıl vardır. Amerikalı bir kaç öğrenci dışında blucin giymiş kimse görünmez. Eski öğrenciler fazla gürültü yapmaksızın arkadaşlarıyla konuşurken yeniler, onlar için görülmedik ve “Ah ne kadar görkemli” mekânın etkisinde hayranlıkla etrafı seyretmektedir. Böyle saygın bir kuruma katılmaktan ötürü biraz gururla, kendilerinden beklenecek çabadan ötürü biraz endişeyle ve yeni başlayanlara özgü ilke kararlarını düşüncelerinde yineleyerek, beklerler.
Upuzun kürsünün sol yanındaki kapı açılır, İlkin, omuzlarından sarkıp göğsünde bir V çizen ve V’nin alt ucunda bir madalyon asılmış sarı kösteğiyle bir “kapıcı” (appariteur) girer; hemen sola geçerek kapının kanadını tutar. Ardından hocalar birer birer gelip, upuzun kürsünün arkasındaki iskemlelere otururlar. Tam ortada G. Gurvitch ve R. Aron; onların iki yanında J. Stoetzel ile bir iki yıllığına Paris’e gelmiş olan Columbia Üniversitesinden Otto Klineberg, Sonra P. Lefort, J. Caseneuve, P. Ansart ve diğerleri, en kenarlarda ise birkaç asistan. Öğrenci sıralarında kıpırdamalar kesilir, kıkırdamalar duyulmaz olur, konuşmalar durulur, anfitiyatro sessizleşir. Böylece sıralar hareketsizleşince, freskolardaki figürler ve nişlerdeki heykeller daha bir canlılık kazanır.
Kürsüden törensel konuşmalar başlar. Herşey düzenlidir. Eleştirel hiçbir unsur yoktur. Kürsünün yetkesi tamdır. Tören yıllardan beri olageldiği ve beklendiği gibi düzen içinde ilerlemektedir. Birden, anfitiyatronun en arka ve demek ki en yüksekteki sıralarından sesler, bağrışmalar duyulur, aynı anda bu en üst sıraların değişik yerlerinden sarı, mavi, pembe ve mor renkli kâğıtlara basılı duyurular fırlatılır. Bunlar önce havalanır, renkleri Puvis de Chavannes’ın freskosunun renkleriyle karışır; sonra süzülmeye başlar, masif ahşap koyu kahverengi kürsünün üstüne de bir kaç tane düşer.
Luchino Visconti’nin Senso adlı filmi 1960 yılına doğru İstanbul’da gösterilmişti. İtalyan Birliğinin kuruluşu sırasında Avusturyalılarla mücadelelerin arka plânı oluşturduğu bir aşk öyküsüdür bu. Çok güzel yüzünü ve hafifçe yuvarlak alnını otaya çıkaran topuzlu saçları ve kabarık etekli ipek elbisesi içinde muhteşem dekoltesiyle bir İtalyan soylusu hanım (Alida Valli), Avusturya işgali altındaki bir kentte, avizeleri kristal, süslemeleri altın yaldızlı, loca duvarları ve korkulukları kırmızı kadife kaplı bir operada temsil -herhalde bir Verdi- izlemektedir. Aşığı, Avusturyalı subay da (Farley Granger) üst kattaki localardan birinde bulunmaktadır. Temsil sırasında İtalyan yurtseverler en üst balkondan Avusturya aleyhtarı bildirilerini atar, haykırarak işgal kuvvetlerine karşı halkı mücadeleye çağırırlar. Kâğıtlar partere doğru uçuşa uçuşa inerken müzisyenler teker teker notalarından başlarını kaldırır, sazlarını indirirler; salon karışır, askerler müdahale eder, silâhlar çekilir, sevgililer birbirlerine ulaşmaya çalışırken karmaşa içinde temsile son verilir.
Sorbonne’un Büyük Anfitiyatro’sundaki toplantıya da son verildi mi yoksa biraz gürültü patırtı ve kimi protestolar arasında herşeye rağmen sonuna kadar gelindi mi anımsamıyorum. Anımsadığım oradan çıkıp yüksek tavanlı ve yarı karanlık “Bilimler Galerisinden” geçerek iç avluda öğrencilerin toplanışıydı, orada açık havada bir tür alternatif açılış yapıldı, konuşanlar hocalar değil UNEF (Fransa Ulusal Öğrenci Birliği) temsilcileriydi; kürsüden değil, Sorbonne Kilisesinin merdivenlerinden konuşuyor ve öğrencilerin yönetime katılmalarını, daha çok uygulamalı çalışma, daha bol ve ucuz ders malzemesi istiyorlardı. Avluda tanıdık birkaç kişi biraraya geliverdik. Şimdi Londra’da Richmond College’de öğretim üyesi olan Profesör Deniz Kandiyoti, Strasbourg Üniversitesi Türk İncelemeleri Enstitüsü Müdürü olan Profesör Paul Dumont ve başka bir iki kişi daha. Biri, İdil Yalter miydi?
Paris Üniversitesinde, en azından Edebiyat ve İnsan Bilimleri Fakültesinde o yıllarda eğitim hayli geleneksel bir tarzda sürdürülüyordu. Dersler genellikle “cours magistral” denilen konferanslar şeklinde yapılır, öğrencilerin katılımı çok sınırlı olurdu. Görgül yöntemler, eleştirel ve aktif yaklaşım pek benimsenmezdi. Hattâ bu, Marxgil eğilimli hocaların, örneğin Pierre Ansart’ın dersleri için de geçerliydi. Uygulamalı çalışma saatleri ise henüz adını tam duyuramamış başasistanların ne kadar üstün olduklarını kanıtlamaya giriştikleri ve bunu da olabildiğince içrek bir söylemle gerçekleştirmeye çalıştıkları ve öğrencinin gene sadece dinlemek durumunda kaldığı derslere dönüşürdü. Ama bunun istisnaları da yok değildi. Yves Lacoste’un insan coğrafyası, Max Pagès’in ise, Amerikalı Carl Rogers’ın kişilik kuramı ve güdümsüz yönlendirme yöntemi çerçevesinde yürüttüğü sosyal psikoloji uygulamalı çalışmaları, bu genel eğilimin dışına çıkan ve çizim masalarının, fotogrammetri aletlerinin başında ya da küçük grup dinamiği deneyleriyle geçen, gerçekten uygulamalı derslerdi. Diğerlerindeyse hoca yılın başında birkaç sayfalık bir okuma listesi dağıtır ondan sonra yıl boyunca kendi takririni verirdi. Bu dersler o kadar “magistral” (usta işi) idi ki, kimi hocalar -aklıma “Tarih ve Sosyoloji” dersinde Claude Lefort geliyor- yanında bir stenocu hanımla gelir, bir yandan ders anlatırken bir yandan da kitabını yazmış olurdu.
O yıllarda Paris Üniversitesinde sosyolojinin büyük patronları, birbirleriyle pek geçinemeyen ve çalışmalarında birbirlerinin yapıtlarına hiçbir yollama yapmayarak birbirlerini karşılıklı olarak yokumsayan Georges Gurvitch ile Raymond Aron’du.
Gurvitch’in derslerinden bir bölümü “cours public” denilen halka açık derslerdi; aslında bunlara ders demek pek doğru sayılmaz, konferanslardı demek daha yerinde olur, hattâ belki şimdi olsa kuttören sözcüğünü bile yakıştırabilirim bu oturumlara. 1920’lerde Rusya’dan Batı’ya göçmüş bu hocanın derslerinde Guizot Amfitiyatrosu’nun ön sıraları, ders saatinden hayli önce gelip “yer kapmış” bembeyaz ve buruşuk yüzleri allıklarla renklendirilmiş, modası geçmiş giysiler içinde -1920’ler mi desem 1940’lar mı?- yaşlı kadınlar ve kruvaze takım elbiseli, fötr şapkalı, bastonlu ve eldivenli biraz zayıf ve hafifçe kambur erkeklerden oluşan yaşlı Beyaz Ruslar tarafından doldurulurdu. Dersin başlamasından 10 dakika önce biten, -bazen de bitmeyen- uygulamalı çalışmadan çıkıp koşup gelen öğrenciler ancak dershanenin en arkalarında yer bulur ya da ayakta durur ve hocalarını onbeş metreden falan görebilirlerdi.
Gurvitch, bu derslerini okurdu. Ders yılının sonunda bunlar çoğaltılmış olarak öğrencilere dağıtılırdı, ertesi yıl ise kitap haline gelirdi. Gurvitch’in okurken bile anlaşılması güç nesri, izlenmesi büyük dikkat isteyen kademe kademe gelişen düşünsel kurgusu, sadece okunurken dinlendiğinde iyice anlaşılmaz olur, bir ayin sırasında makamla söylenen dua halinde duyulurdu. Gurvitch’te öne çıkan tanımlar ve bunlara dayalı ardışık usa vurmaydı. Tarzı spekülatifti.
Raymond Aron ise sürekli bir zekâ parıltısı, anlaşılması kolay bir söylem ve kuşkusuz insan ve toplum konusunda son birkaç yüzyılda düşünülüp yazılanların çok büyük bir bölümünü biraraya getiren şaşırtıcı bir bellekti. Böyle olunca derslerinde eleştirel sentez gücü hayranlıkla izlenirdi. Bir yandan döneminin uluslararası siyasetini incelikle çözümler, bir yandan en yeni felsefi ya da toplumsal vaziyet alışlara hiçbir ön yargısı ve yan tutuşu olmaksızın yaklaşırdı. 1964 yılında Amerika’ya yaptığı bir yolculuktan sonraki ilk dersinin sonunda, çantasından Marcuse’nin One Dimensional Man adlı o günlerde yayınlanmış kitabını çıkarmış, dört beş yıl sonraki öğrenci hareketlerinin kökaldıklarını iddia edeceği yapıtın neden ilginç ve önemli olduğunu anlatmaya girişmişti. Ayrıca, ancak lisansımı bitirdikten sonra kendisiyle yapabildiğim bir iki kişisel görüşme sırasında -bu büyük prof’lar gerçek birer kraldılar yanlarına yaklaşmak hayli güçtü, sözlü sınavları da, en azından lisans düzeyinde, kendileri yapmazdı- Aron’un aynı zamanda çok nazik, hoşgörülü, biraz da muzip bir insan olduğunu anlayacaktım.
Sorbonne’da o yıllarda egemen bu eğitim tarzına yabancılar da uyardı. Örneğin Alman asıllı bir Amerikalı olan Profesör Klineberg’in dersleri de kürsüden takrir yöntemiyle sürdürülürdü. Daha sonra 1966–67 ders yılında Nanterre’de bilgi sosyolojisi dersi veren Kurt Wolff’da aynı Gurvitch gibi yazılı olarak hazırladığı dersini okurdu. Ama sanıyorum ki Wolff bu yönteme Fransızcaya tam hâkim olamadığı için başvuruyordu.
O dönemde Paris Üniversitesinde toplumsal bilimler öğretiminde henüz büyük kuramlar hâlâ gözdeydi. Genel olarak akademik sosyoloji ve spekülatif yaklaşım egemendi. Nitekim bu yaklaşımları ilk eleştiren eserlerden biri, Wright-Mills’in 1959 yılında yayınlanan The Sociological Imagination‘ı Fransızcaya ancak sekiz yıl sonra çevrilecektir. Marcuse’nin eserlerinin de en önemlileri 1968 yılında ya da hemen öncesinde çevrilebilmiştir. Oysa Parsons, Merton ve diğerleri çok daha fazla ilgi görüyordu.
Gene de akademik ve felsefi sosyoloji yaklaşımının öğrenciye uzun dönemde belki de salt pozitivist ya da eleştirel sosyolojiye kıyasla daha geniş bir çözümleme, olayları daha geniş bir perspektif içine yerleştirebilme yeteneği verdiği de sanırım savunulabilir. Buysa galiba kıta Avrupasının özelliklerinden biridir.
Fakültede, bir yandan derslerin öğrencilerin fazla bir katılımı olmadan sürmesi, bir yandan da lisansı tamamlamak için gerekli sertifikaların kendi içlerinde bir bütün oluşturan bir dizi dersten oluşmakla birlikte sertifikaların tamamlanmasında zorunlu bir sıra olmaması nedeniyle öğrenciler arasında kayda değer bir ilişki, arkadaşlık oluşmazdı (Fransa’daki yüksek okullarda ise durum bunun tam tersidir; oralarda gerçek bir “okul bilinci” vardır.) Türkiye’de, gelenekleri çok güçlü bir yatılı okuldan gelen birisi için bu çok yadırgatıcıydı. Kendinizi hiçbir zaman o kurumun bir üyesi olarak görmüyordunuz; orada başkalarıyla birlikte karanlıkta sinema seyreder gibiydiniz. İnsan ilişkileri, dostluklar ve yakınlıklar ise “öğrenci yurdunda” kuruluyordu. Bugün aradan otuz yıl geçtikten sonra -hem florası hem faunasıyla, demek ki hem çimenleri çiçekleri ve ağaçları hem de dünyanın dört yanından gelmiş gençleriyle- hâlâ bir cennet gibi anımsadığım Jourdan Bulvarındaki uluslararası öğrenci yurdu Cité Universitaire‘dir. Ve üniversite yıllarımdan kalan dostlarım ya da sadece -ve bazen bir mutluluğu yeniden duyarak- anımsadıklarım, Sorbonne’daki sınıf arkadaşlarım değil, Fondation Deutch de la Meurthe’de tanıdığım kimi eczacı, kimi iktisatçı, kimi kimyacı, kimi hukukçu, kimi mimar, kimi edebiyat öğretmeni kimi de şimdi sadece ev kadını “gençlerdir”.