Bir Deniz Yolculuğu İki Anlatı
Bu yazı Hürriyet Gösteri dergisinin 2009 yılı Sonbahar sayısında (S. 299) yayımlanmıştır
Galata rıhtımı, 12 Haziran 1926 Cumartesi. Beyaz bordalı, dik başlı, karpuz kıçlı S/S Karadeniz, palamar çözüp uzun sürecek bir “sergi seferi” için rıhtımdan ayrılır. 41 günü seyirle, 46 günü de limanlarda geçecek toplam 87 günde tamamlayacağı 9986 deniz millik seferine başlar. Ama ilk ayak çok kısadır; belki sadece on-on beş dakikalık bir seyirden sonra Haydarpaşa önlerinde demirler. Ertesi sabah saat üçte Mudanya’ya hareket edecektir. Orada Gazi Mustafa Kemal’i alır ve Bandırma’ya doğru yola çıkar; Gazi, genç Cumhuriyetin ticari ürünlerini Avrupa’ya tanıtma ve belki üstü örtük olarak kendini Avrupalılara kabul ettirme amacıyla düzenlenen sergiyi gezer, memnuniyetini belirtir ve Bandırma’da gemiden iner. Ondan sonra S/S Karadeniz’in ilk durağı, dört gün seyirden sonra kömür ikmali yapacağı Cezayir’in Beleb-el Anap (Annaba) Limanı’dır.


Sonrasında Barselona, Le Havre, Londra, Amsterdam, Hamburg, Stokholm, Helsinki’ye uğrayarak Leningrad’a ulaşır. Dönüşte, Danzig (Gdansk), Gdynia Kopenhag, Antwerpen (Anvers), Marsilya, Cenova, Napoli’ye uğrayarak 5 Eylül 1926’da İstanbul’a varır.
Geminin süvarisi Lütfi Kaptan’dır (Lütfi Topuz). Staj gören yedi mülazım kaptanla birlikte on iki güverte zabiti, yedi makine zabiti, iki telsizci ve bir de hekimle hayli geniş, toplam yirmi iki kişilik bir zabitan kadrosu vardır. Güverte ve makine adamlarıyla kamarotların toplamı 103 kişidir. Böylece 125 kişilik bir mürettebat sayısına ulaşılıyor. Yolcu-görevlilere gelince, Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası (şimdiki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) üyesi 47 sanatçı ile aralarında yazarların, sanat insanlarının da bulunduğu sergi görevlisi 95 kişi vardır. Diğerleriyle birlikte gemi mevcudu toplam 285 kişidir.
Bu ilginç yolculuğun yakın zamanlarda yeniden yayımlanmış iki değişik anlatısı var. Bunlardan biri geminin birinci zabiti (2. Kaptan) Süreyya Gürsu’nun anılarıdır. İkincisiyse sanat tarihçisi yazar Celâl Esat Arseven’in Seyahat İntibaları.[1]Kaptan Süreyya Gürsu, 1926 Senesinde Yapılan Seyyar Sergi Seferi Hatıraları, (derleyen ve günümüz Türkçesine uyarlayan Kaptan Refik Akdoğan), İstanbul, tarihsiz [2006]. 22×31 cm. 174 … Tümünü Gör
Bu metinler yaklaşık seksen yıl önce yazılmıştır. Arseven Seyahat İntibaları’nı 1928 yılında, yolculuktan iki yıl sonra yayınlamıştır. Süreyya Kaptan’ın anılarıysa, “Türk Ticaret Kaptan ve Makinistler Cemiyeti’nin meslek mecmuası” olarak 1935 yılında, kendisi tarafından yayımlanmaya başlayan Deniz dergisinde, demek ki yolculuktan on yıl kadar sonra, toplam otuz beş sayıda tefrika edilmiş ve ancak 2006 yılında kitaplaşmıştır.


Kimlikleri, dolayısıyla biçemleri ve ilgi alanları değişik bu iki yazarın aynı yolculuğa ilişkin metinleri, ilkin bir çapraz okuma alıştırması olarak merak uyandırıyor. Ayrıca bir yanda belki günümüze göre yazı sanatını biraz zorlayan, abartan ya da eskimiş üsluplarıyla, bir yanda anlatmaya değer bulduklarının günümüzde yarattığı çağrışımlar nedeniyle, Cumhuriyet döneminde yolculuk yazınının iki “erken örneği” olarak ilgimizi çekiyor.
Aslında iki kitabın kesiştiği konular çok değil: Annaba’dan Barselona’ya geçerken kuvvetli rüzgâr altında seyir; Thames kıyısında bir konakta verilen davet ve belki bir iki paragraf daha. Uğranılan liman kentleri ve halkı için iki yazarın ilginç bulup yazdıkları birbirinden hayli farklı.
Kaptanın Kaleminden “Sergi Seferi”
Kaptan Gürsu’nun anlatısı serbest bir günce niteliğindedir. Bir yandan kronolojik olarak seferi anlatmakta bir yandan da yurdunu tanıtma heyecanı içindeki insanların heveslerini, aldıkları olumlu tepkiler karşısında sevinçlerini aktarmaktadır. Kaptan, gemideki görev heyetinin yabancılar üzerinde yarattığı olumlu izlenimleri, gemiyi gezenlerin “hayranlıklarını” çok sık kaydetmektedir. Bu kayıtlar kimi zaman, oldukça saf, neredeyse çocuksu bir kendini beğendirme (kişi olarak değil, ulus olarak) arzusunu ortaya çıkarıyor. O arada özellikle görevli kadınların Avrupalılar nezdinde yarattığı hayranlık birkaç yerde vurgulanıyor. Kaptan görevinden, bunun gerçekleşme biçiminden, taşıdıkları sorumluluktan, aldıkları sonuçlardan –sergi birçok limanda gerçekten büyük ilgi görmüştür– hoşnuttur ve bunu kıvançla, içtenlikle aktarır.
Ama Süreyya Gürsu’nun, sergi seferini konu alan metninin, bence en dikkat çeken ve Türkçe yolculuk yazılarında pek az rastlanması dolayısıyla çok değerli özelliği, içerdiği denizde seyre ilişkin sayfalardır. Deniz yolculuğu yazını açısından bu önemli bir metindir. Çünkü bu sefer, denizde “geleneksel yöntemlerle” yapılan bir seyirdir. S/S Karadeniz’de radar, GPS, AIS, sayısal haritalar ve bilgisayarla rota belirleme ve izleme, omurga altındaki su derinliğini sonarla saptama gibi günümüzün vazgeçilmez seyir gereçlerinin hiçbiri yoktur. Hattâ o yıllarda bazı gemilerde kullanılıyor olmasına rağmen cayro pusula da yoktur. Hava raporları gemiye şimdi olduğu gibi, haritalar üzerinde faks aygıtıyla indirilememekte, yayınları alınabilen radyolardan telsizle “kulaktan duyulabilmektedir”. Mevkilerini rasatla ve kronometreyle, rotalarını magnetik pusulayla belirlemekte, sisli havada tehlike içinde seyretmekte, bazen yollarını kaybetmeseler bile planlanan rotanın çok dışına düşebilmekte ve asıl önemlisi bunu pek geç fark edebilmektedirler. Su derinliği iskandille belirlenmekte, rastladıkları gemilerle de işaret feneriyle haberleşmektedirler.
Böyle olunca, üç çeyrek yüzyıl önce, Manş Denizi’nin girişindeki Ouessant Feneri açıklarında, gelgit nedeniyle zorlaşan rotayı muhafaza çabası ve bunun için yapılan rasatlar, Le Havre limanına doğru seyirde iskandil kullanımı, Baltık Denizi için kılavuz alınıp alınmayacağının tartışılması, magnetik pusula sapması ve izlenen rotada Erholms Adası’nı göremeyince yaşanan bunalım ve özellikle Dower Boğazı’nın akıntılı sularında ve sonra Gaskonya (Biskay) Körfezi açıklarında sisler arasında seyrin anlatıldığı sayfalar çok ilgi çekici hale gelmektedir. Bu kitap işte eskiden, mıknatıs pusulası, sekstant, iskandil ve telsizle yapılan seyrin günümüze kıyasla ne kadar güçlüklerle dolu olduğunu pek iyi anlatıyor.
Süreyya Kaptan, gemisinin yeterince tanındığını bildiğinden ve yazdıklarının seksen yıl sonra da okunacağını herhalde düşünmediğinden gemisini pek betimlemiyor. Geminin hacminin 4731 grostonilato olduğu sadece bir fotoğraf yazısında belirtiliyor. Bir başka yerde de normal seyir süratinin on mil olduğunu öğreniyoruz. Buna karşılık Gürsu, sefer anılarına, sefer tarihinden çok sonra ve bir meslek dergisinde yayımladığı için olsa gerek, deniz ticaretine ve yabancı ülkelerin ticaret filolarına ilişkin ulaşabildiği en son verileri de ekliyor. Ama bunlar bir bakıma anlatıyla bir anakronizm yaratıyor. 1926’da gerçekleşen bir yolculuğun kitabında ilk seferini 1935’te yapmış S/S Normandie’nin fotoğrafının bulunması yadırganıyor.
Süreyya Kaptan’ın eksik bıraktığı gemi hakkındaki bilgileri biz Oktay Sönmez’in Anılarda Gemiler adlı kitabından aktaralım: S/S Karadeniz, 1905 yılında Hollanda’da inşa edilmiş ve S/S Wilis adıyla ilk seferini o yıl Rotterdam’dan Jakarta’ya yapmış bir posta gemisidir, hem yük hem yolcu taşır. Demek ki sergi seferi sırasında 21 yaşındadır. 130 m. boyunda, 15,51 m. genişliğindedir, su çekim de 9,07 metredir. Gemi 1924 yılında Hollanda’dan satın alınarak Türkiye Seyr-i Sefain İdaresi’nin filosuna katılır. Bu sefer için Haliç Tersanesi’nde tadilat görmüş, ambarları sergi salonu haline getirilmiştir.
Gürsu’nun anılarında, seyir ayrıntıları kadar uğranılan limanlardaki karşılamalar, karşılıklı verilen şölenler ve davetler, hattâ verilen söylevler de anlatılır. Gemide ne gibi malların sergilendiğine ilişkin çok bilgi vermez. Ama bir yandan fotoğraflardan bir yandan da, Arseven’in kitabına eklenen Ali Suad Bey’in makalesinden bunların geleneksel tarım ürünleri (pamuk, tütün, incir, fındık vd.) ve sigara ile daha çok el sanatları ürünleri olduğu (cam, çini, halı, el işleri vd.) anlaşılıyor.
Kaptan Gürsu içtenlikle yazıyor. Rastladığı kuzeyli kadınların güzelliğini vurgulamaktan kaçınmıyor, gemideki yolcularını huylarına göre sınıflandırıyor; gidişte Barselona ile Le Havre arasında, dönüşteyse Antwerpen (Anvers) ile Marsilya arasında gemiden ayrılarak –çünkü yolculuğun bu iki ayağı hem uzun sürecek hem de Atlantik’in hayli zor sularından (Biskay ya da Gaskonya Körfezi) geçilecektir– bu yolu trenle alanları –bunlardan biri de Celâl Esat Arseven’dir– kınıyor: “Onların canı tatlı da bizimki daha mı acı?” Süvarisi Lütfi Kaptanı övüyor.


Ama Birinci Zabit Süreyya Bey, zaman zaman “sanatlı” bir nesir yaratma çabasına girmekten de kendini alamıyor. Sonuç, hele bugünün düz yazı biçemleri ve alışkanlıkları açısından bakıldığında tebessümle karşılanabilir. Günümüzde belki biraz abartılı sayılabilecek benzetmeler yapıyor. Biraz fazla duygu yüklü ifadelere başvuruyor. Bunda acaba, kendi öyküsünden önce yayımlanmış bulunan Celâl Esat Arseven’in kitabının etkisi olmuş olabilir mi? Çünkü Arseven’in, metni yeniden yayımlayan Ahmet Özalp tarafından “üslupçuluk” olarak nitelenen yazı tarzında bunlar egemen.
Kaptan Gürsu’nun kitabı sergi seferine ilişkin çok sayıda fotoğraf da içeriyor. Bu fotoğraflar taşıdıkları bilgi yükü nedeniyle değer kazanıyor ve kitabı daha da değerlendiriyor. Ne var ki Süreyya Bey bununla yetinmeyip, yolculukla doğrudan ilgisi olmayan ama gidilen yerlere ilişkin görsel malzemeyi de fazladan tefrikasına eklemiş. Hattâ bazen o yerlerle de ilgili olmayan, ama “o taraflı” güzel kadınları, gemileri, denizleri gösteren fotoğraflarla zenginleştirmeyi (!) yeğlemiştir.
Yeniden yayımlanan metinde bugün yazım sorunları görülüyor: Büyük olasılıkla eski harflerle 1926’da yazılmış ve harf devriminden sonra pek de uzun zaman geçmeden 1935–38 yılları arasında yayımlanmış olmasından kaynaklanan Türkçe yazım sorunları çok fazla. Lâtin alfabesine geçtikten sonra Türkçe yazımın bugünkü ölçünlü (standart) durumuna gelmesi zaman gerektirmiştir; ayrıca bugün bile bunun gerektiği gibi yerleştiği ve yaygınlaştığını söylemek pek doğru olmayabilir. Milli Eğitim Klasikleri dizisinin 1940’larda yayımlanmış birçoğunda da bu kitaptakine benzer yazımlara rastlanmaktadır.
Ama bunun düzeltilmesi gerekir miydi diye sorulacak olursa bana zorunlu görünmediğini de belirtmek isterim. Bu nihayet dilimizin ve yazım kurllarımızın geçirdiği aşamalardan biridir. Kaldı ki, sözde gençler anlasın diye kimilerince “eski dilden sözcüklerin” yenileriyle değiştirildiği edebi metinler bana azap veriyor. Bunun yerine sözlüğe bakma alışkanlığını yaygınlaştırmaya çalışmak daha yerinde olur. Aynı ölçünleme sorunu yer adlarında da görülüyor. Eski harflerle yazarken mümkün olduğunca okunuşunu veren yazım, Lâtin alfabesine dönüştürülürken ortaya Barsilon, Westminister, Löhavr, Kale (Calais), Yumudiye veya Yumudiyen (İjmuiden), Uşant (Ouessant), İstokholm gibi adlar çıkıyor.
Bu yeniden yayım sırasında kitabın sunumu açısından özen gösterildiği apaçık (hayli ağır kuşe kâğıt, mukavva cilt kapağı). Ancak kitap çiziminin pek profesyonelce yapılamadığı anlaşılıyor. Kapak ve künye sayfaları biraz fazla “özgün”. Ayrıca basım tarihi bulunmuyor. Dizginin yapıldığı yer belirtilmişse de basıldığı matbaa belli değil. Dış ve iç kapaklarda kitabın adının İngilizcesi de yer alıyor. Kendisi iki dilli olmayan bir kitapta bunun gereği anlaşılamıyor. Öte yandan kitabı yayına hazırlayan Kaptan Refik Akdoğan, anlaşılmayacağını düşündüğü birçok sözcüğün yanına ayraç içinde yeni dildeki karşılıklarını –ama yalın halleriyle- koymuş. Bunun yerinde bir tercih olduğunu sanmıyorum. Başka bir yol yeğlenebilirdi. Ama bu olumsuzluklara rağmen, Akdoğan’ın girişimi ve çabası kanımca değerlidir, çünkü yolculuk yazınımızın çok ilginç yapıtlarından birini günümüz okuruna sunuyor.
Yazarın Kaleminden “Seyahat İntibaları”
Celâl Esat’ın yapıtına[2]Celal Esat Arseven, Seyyar Sergi İle Seyahat İntibaları, (Hazırlayan N. A. Özalp), Kitabevi, İstanbul 2008. 148s. (Eserin yeniden yayımcısı, kitaba Ali Suad’ın 1926 Eylül’ünde … Tümünü Görgelince, daha ilk iki paragrafı, ne türden bir düz yazı okuyacağınızı ilan ediyor:
“…Karadeniz vapuru, geceliğinin eteklerini toplayarak yataktan kalkan bir gelin gibi gizli heyecanlarla Galata rıhtımından açıldığı vakit, küpeştelerine dayanmış yüzlerce kolların salladığı mendiller, İstanbul’da kalanlardan ayrılmak güç gelen gönüllerin, yuvasına dönmek isteyen güvercinler gibi, kanatlanıp uçmasına benziyordu. Bir saatten beri devam eden bûseler, gözyaşları… hep durmuş, teneffüsler susmuş, ağızlar kapanmış, gözler yarının uzaklarına dalmıştı. Kamarasından güverteye, güverteden kamarasına mânâsız sebeplerle inip çıkanlarda yeni kafese konmuş bir kuş hırçınlığı vardı. Herkes asabî idi.” (s.15; italikler benim.)
Bir yanda yolcunun ruh haline ilişkin ince bir gözlem, bir yanda da bunun abartılı ve şairane benzetmelerle yüklü fazlaca lirik anlatımı. Kanımca ikinci unsur, birincinin değerini azaltıyor. Bir başka yerde etkileyici yazı çabası anlatılan olayın tahrifine de yol açıyor: yukarda belirtmiştim, gemi Galata Rıhtımı’ndan kalkar ve Haydarpaşa önlerinde demirler. Oysa Celâl Esat bunu şöyle anlatıyor:
“Gökte bizi teşyi eden bulutlar, denizde bizimle gelmek isteyen sular vardı… Teşyiciler, … bir karınca yığını gibi kaldılar. Beş on martı sanki bunlardan selam getiriyordu. İstanbul uzakta kaldı, gözler ufuklara daldı…” (s. 17)
Uğurlayanlar gerçi karınca gibi kalabilir ama Haydarpaşa’dan bakıldığında İstanbul bütün güzelliğiyle görülür ve hiç uzak değildir.
Kitabın daha ilk satırlarının yarattığı izlenim, bu abartılmış sanatlı yazı girişimi, kimi okuru caydırabilir. Ama vazgeçmemeli. Çünkü şimdi bize hayli eskimiş görünen yazı tarzının ardında, çok ince gözlemler ve ilginç yorumlar da vardır. Örneğin bir sömürge kentinde (Beleb el Anap’ta) çelişkili görünümlerin betimi, geceleyin Atlantik’te seyrin izlenimci anlatımı, trenle Anvers’den Brüksel’e giderken kompartımandaki yolcuların betimi bunlardandır.
Gürsu, göreve odaklı pozitif bir bakış örneği sergilerken, Arseven konuya edebî ve şairane yaklaşır. İşte aynı olayın iki farklı anlatımı:
“Rüzgârın sitemleriyle asabileşen deniz, hiddetini gemiden almak istiyor, onu muttasıl çimdikliyordu… Önümüzde tepesi karlı dağlara benzeyen dalgalar hücuma kalkan bir ordu gibi ufka sıralanmış, üstümüze doğru yürüyorlardı… Haliçte bir memleket azametiyle duran gemi, şimdi kendi boyundaki dalgalar arasında bir Balat kayığı gibi sallanıyordu” (Arseven, s.24-25).
“Rüzgâr kuvvetli, barometre yüksek… Rüzgâr karayelden esiyordu… Gece olunca denizler biraz daha büyüdü. Fırtına şeklinde değilse de deniz seyahatinin acılıklarını tatmıyanlar için pek te hoş bir şey değildi. Havanın şiddeti sabaha kadar devam etti… Öğleden evvel bir rasat yaptık. Gemiyi 32 mil geride bulduk. Demek ki denizler bizi saatte bir buçuk mil kadar geriletmiş.” (Gürsu, s. 23-24)
Öte yandan Arseven’in anlatısında, iki üç bölüm dışında, bunun bir deniz yolculuğu olduğuna işaret eden pek az yer var. Gemidekilere pek az değiniyor. Bir yerde Lütfi Kaptan’ı övüyor. Ama Celâl Esat Bey, uğranılan kentleri ve oraların insanlarını ve yaşamlarını hiç şüphe yok daha fazla nüfuz eden bir bakışla ve herhalde daha geniş bir birikimle betimliyor.
Gürsu, serginin, teşhirdeki malların, sergi görevlilerinin Avrupalıları ne kadar etkilediğini vurgularken, Arseven, ziyaret edilen kentler ve onlardaki zenginlik karşısında ülkesinin ne kadar yoksul olduğunu görüyor. Kaptana göre biraz daha gerçekçi; Batının üstün yanlarını vurguluyor. Thames kıyısındaki davetin yapıldığı konağın bahçesi için şöyle yazıyor: “En büyük şehrimizin bile bir bahçesi yoktu. Halbuki burada, böyle bahçe sahibi yüzlerce lord, binlerce tacir vardı.” Ve gene biraz abartıyla: Stokholm için: “Kasap dükkânları Fransa’nın otel odalarından, kaldırımları bizim aşçı dükkânlarındaki tabaklardan daha temizdir.”.
Arseven, “ne resim, ne şiir, ne de musiki ile tarifi mümkün” dediği manzarayı pek âlâ uzun uzadıya betimlemekten geri kalmıyor. Görmediği bir olayı (Pompei’nin lavlar altında kalışı) onu izlemiş bir gazeteci üslubuyla anlatıyor. Geminin değişik mekânlarında, –baş üstü, makine dairesi, buhar kazanlarının önü, yemek salonu– olup biteni aynı anda görüyor gibi –ve tabii sonu gelmez benzetmeler ve lirizmle– aktarıyor. Nihayet. Seyahat İntibaları’nın son bölümünde bir tren yolculuğu ve trenin gara girişi konu ediliyor. Ama sanki bir komposizyon ödevi gibi, tamamıyla hayali ve soyut bir anlatı. Sadece sanatlı ve güzel yazmak için yazılmış gibi; trenin nereden nereye gittiği, hangi gara girdiği vs. bir sır olarak kalıyor.
Gürsu’nun metni bilgilendiricidir. O tefrika olmasaydı, seferin birçok ayrıntısı unutulacaktı. Düz yazısı –birkaç paragraf dışında– sade ve çok içtendir. Arseven’in kitabındaysa parlatma çabaları çok belirgin. Şimdi hayli eskimiş gibi görünen bir tarzda edebî sanat unsurları ve imgeleme başvuru çok bol. Ama bunu yadırgamak da mümkün değil: zaten kitabın adı da “İntibalar”. Kaldı ki birçok bölümlerde yer alan ince gözlemlerini de belirtmiştim; o bölümler yüksek gözlem gücünün yanı sıra ileri derecede bir özümseme (empathie) yeteneğinin ve tabii ifade gücünün de göstergesidir. Kısaca nitelikli bir metin olduğuna şüphe yok. Ama bugün için eskimiş bir üslup. Oysa Süreyya Kaptan’ın metni sadeliği nedeniyle canlılığını koruyor.
Kaptan tarihe bir not düşer; bir olayı belgeler ve seksen yıl sonra unutulmamasını sağlar. O arada içten mutluluğunu da açıklar. Yazar içinse yolculuk bahanedir, onun amacı “sanatlı” -ama hayli abartılı- yazılmış bir metindir. Hangisini severseniz!
Dipnotlar
↑1 | Kaptan Süreyya Gürsu, 1926 Senesinde Yapılan Seyyar Sergi Seferi Hatıraları, (derleyen ve günümüz Türkçesine uyarlayan Kaptan Refik Akdoğan), İstanbul, tarihsiz [2006]. 22×31 cm. 174 s. |
---|---|
↑2 | Celal Esat Arseven, Seyyar Sergi İle Seyahat İntibaları, (Hazırlayan N. A. Özalp), Kitabevi, İstanbul 2008. 148s. (Eserin yeniden yayımcısı, kitaba Ali Suad’ın 1926 Eylül’ünde yayımladığı, seyyar sergiyi değerlendiren bir yazısını da eklemiş, öte yandan yazarın diline müdahale etmeyerek, bazı sözcükleri dipnotlarda açıklayarak kanımca çok doğru bir iş yapmış.) |