Şaraba Kavuşma
Jean-Paul Kauffmann, Şaraba Kavuşma, Çev. Ömer Bozkurt, Kavaklıdere Yayınları, Ankara 2003, (özgün adı ve ilk basım yılı Le Bordeaux retrouvé 1989 (Yazarın -satılmamak- sadece dağıtılmak üzere kişisel yayını.) 118 s.
YAZARIN TÜRKÇE BASIM İÇİN ÖNSÖZÜ:
Dostum Ömer Bozkurt bu metni Türkçe’ye çevirmeyi önerdiğinde bunun bir şaka olduğunu düşündüm. Gerçi birbirimizi çok fazla tanımıyoruz, ama bence, bir çevirmen ancak bir dost olabilir. Çünkü, bir yazarın diline sadık kalmak için harcanan bunca çaba, bunca zaman, dostlukla aynılaşan bir ilginin ve duygudaşlığın önemli bir göstergesidir. Eskiden beri, Arktika ve Antarktika’daki adalarla ilgilenen Ömer Bozkurt, daha önce benim Kerguelen Adalarındaki Kemer adli kitabımı Türkçe’ye çevirmişti. Öyle tanışmıştık. Bir gün, Paris’e geldiğinde kendisine, kitapçılarda satılmayan kitabımı, Şaraba Kavuşma’yı armağan ettiydim. Yıllar sonra onun dostlarından biri, Kavaklıdere Şaraplarının Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Başman bu kitabı ondan ödünç almış, okumuş ve sonra onu Türkçe’ye çevirmesini rica etmiş. Önerisi bu talepten kaynaklanıyordu ve ciddiydi. Bunun üzerine, kendisini bu projeden vazgeçirmek için bir sürü neden sıraladım. Bu metin çok sayıda Fransa’ya özgü yollamalar; bir yabancı tarafından anlaşılması güç ayrıntılar içeriyordu. Bordeaux şarabının, nüfuz edilmesi zor, gizemli kurallarla örülü evrenini konu alıyordu. Ömer Bozkurt, işin güçlüğünü kabul ediyordu, ama benim bütün itirazlarımı bir soruyla karşıladı: “Metinde, şarabın New York’ta da, Hong Kong’ta da anlaşılabilen evrensel bir dil olduğunu yazan siz değil misiniz? Ankara neden ayrık dursun? Haklıydı. Buna ne denebilirdi? Öneriye karşı çıkmak için başka bir neden bulamayınca, bu kitabın benim için çok ayrı bir özellik taşıdığını ve o nedenle “gizli” kalmasını istediğimi söyledim. Birçok Fransız yayınevi, on yıldan beri, artık tükenmiş olan bu kitabın yeniden basımı için beni razı etmeye çalışıyordu. Her seferinde reddetmiştim. Bu kitabın kökeninde trajik bir olay yatar. Haftalık bir Fransız dergisinde, L’Événement du Jeudi’de muhabirlik yapıyordum. Bir röportaja başlamak üzereyken, 22 Mayıs 1985 tarihinde Beyrut’ta, havaalanı yolunda kaçırıldım. Bizi kaçıranlar, “İslami Cihad” adı altında eylem yapan, bir grup aşırı Şii yanlısıydı. Aslında bu kişiler, İran tarafından desteklenen ve mali kaynak sağlanan, Lübnan’da bir dini partinin, Hizbullah’ın üyeleriydiler. Marcel Carton ve Marcel Fontaine adlı iki Fransız diplomatının yanı sıra Amerikalılar, İngilizler, Koreliler aynı grup tarafından kaçırılmış ve kapatılmışlardı. 22 Mayıs 1985’te, benimle bir başkasını da kaçırdılar. Bu kişi ünlü bir Arap dili ve edebiyatı uzmanı, sosyolog araştırmacı ve Lübnan toplumunu pek yakından tanıyan Michel Seurat idi. On beş yıldan beri yaşadığı Beyrut’a geri dönmekteydi. Aynı taksiye binmiştik. Michel Seurat esaret sırasında öldü. Ağır hastaydı, zamanında tedavi görmedi. Belki de öldürüldü. Hangi koşullarda öldüğü hâlâ bilinmiyor. Cesedi eşi ve iki kızına hiçbir zaman teslim edilmedi. Bizi kaçıranlar, Fransa’nın Irak’a silâh sevkıyatını durdurmasını ve bir tarihte İran Şahı’nın, bir Fransız nükleer programına yatırdığı bir milyar doların iadesini talep etmekteydiler. İranlılarla uzun müzakereler sonucunda, 4 Mayıs 1988 tarihinde, diplomat Marcel Carton ve Marcel Fontaine’le birlikte serbest bırakıldım. Tutsaklığım üç yıl sürmüştü. Fransız kamu oyunun harekete geçişi ve dönemin başbakanı Jacques Chirac ile içişleri bakanı Charles Pasqua’nın çabaları serbest bırakılmamızı sağladı. Lübnan’daki rehineler olayı zihinlerde kalıcı biçimde yeretmiştir. Her akşam, İkinci Kanal’daki televizyon haberlerinden önce fotoğraflarımız, tutuklulukta geçen gün sayısıyla birlikte ekrana getiriliyordu. Bu metni, kurtuluşumu izleyen aylarda yazdım. Bugün bile, hâlâ böyle bir kitabı nasıl yazabildiğimi açıklayamıyorum. Çok kısa bir süre içinde, o üç yıl boyunca olanları hatırlayamaz hale geldim. Ama, mucizevi biçimde, çok kısa süren olağanüstü bir dönem yaşadım; işte o sırada, olan bitenin bir bölümünü –sadece bir bölümünü- neredeyse bilinçsizce, anlatabildim. Sözcükler kendiliğinden geldi. Hayatımın hiçbir döneminde bir metni böylesine hızlı yazmış değilim. Bu dönem çabucak sona erdi. Özgürlüğe kavuştuktan sonra yazdığım bütün kitaplar, yaşadığım o zor günleri dile getirmenin güçlüğüne değinir. O kitaplarda Lübnan olayına sıkça değindiğim olmuştur; ama sadece üstü kapalı değinmelerdir bunlar. Ve o kitaplar, bu olaylar hiç bilinmeden de okunabilir. Kaldı ki öyle okunmalarını da yeğlerim ben. Şarap olmasaydı, yukarda sözünü ettiğim mucizenin gerçekleşemeyeceğini bugün anlıyorum. Belirttiğim gibi, şarap eğretilemesi, maruz kaldığımız şiddet ve alçaklığı dolaylı yollardan ifade etmeme imkân verdi. Peki, neden şarap? Muhabirlik mesleğimin dışında, şarapçılık bilgisi benim için bir özel ilgi alanıydı. Kimileri golf oynar, başkaları pul biriktirir. Bense her zaman şaraba ilgi duydum, bu hem bir zaman geçirme yolu, hedonist ve oyunsu bir faaliyet, hem de bir kültür alıştırmasıydı. Kaçırılışımdan önce bir dergiyi yönetiyordum: L’Amateur de Bordeaux. Bana göre şarap öncelikle içilmek için üretilir; bu, insanın damağını ve gönlünü şenlendiren fiziksel bir keyiftir. Ama bunun yanı sıra, özellikle bizimki gibi bir ülkede, bir uygarlığın, bir yaşama sanatının ifadesidir. Şarabın bir kutsal yanı da vardır, Mesih’in kendini kurban edişini betimler. Fransız uygarlığı, manastırlar ve bağların gölgesinde kurulmuştur. Bu metne esin veren Bordeaux şarabı herşeyden önce, Fransız klâsik sanatını ve onun aşırılıklara karşı çıkışını oldukça iyi somutlaştıran denge arayışını simgeler. Fransa’da biz, Amerikalılarca pek övülen bir şarap tarzının barok abartılarını sevmeyiz. Sonuçta bu metnin Türkçe basılmasına neden onay verdim? İlkin Ömer Bozkurt’a duyduğum yakınlık nedeniyle. Aynı zamanda paradoksları sevdiğim için. Lâik bir devlet olan Türkiye’de İslâm’ın çoğunluğun dini olduğunu bilmiyor değilim. Islâm’a saygı duyarım ve onu karikatürleştirenlerle gerçek Müslümanları birbirinden ayırmayı da bilirim. Ben bir barış insanıyım, ve çok zaman önce cellatlarımı affettiysem eğer, bunun nedeni zihin sağlığına özen göstermemdir. İntikam duygusu, sizi çökerten ve sonunda yok eden ek bir acıdır. Bu insanlık mesajını, birkaç Türk okuyucunun da alacak olması beni sevindiriyor. Başlangıçta bu kitap benim dostlarım ve, tanımış olayım ya da olmayayım, özgürlüğe kavuşmam için mücadele edenler için tasarlanmıştı. Kitabın gönderildiği kişiler ararsında doğal olarak Jacques Chirac’ta vardı. Bu vesileyle bana çok güzel ve duyarlı bir teşekkür mektubu yazmıştır. Aynı zamanda yaşama övgü niteliğindeki bu elemli şiiri sevmişti. Acı çekmek ve umut… Doğru. Eğer bundan çıkarılacak bir ders varsa, hiçbir şeyin hiçbir zaman kesinlikle sona ermemiş oluşudur. Felaketin en derin anında bile umut etmek için küçücük bir neden, karanlıklarda yanıp sönen bir bekleyiş bulunur. Ve zamanla mücadele etmeyi böylesine iyi bilen şarap, canlının zaferini her şeyden daha iyi simgeler.
Jean-Paul Kauffmann, Haziran 2002.