İlkokulda bir Oyun ve Sonra Sinema
Bu yazı Galatasaray dergisinde yayınlanmıştır.(Galatasaray Üniversitesi İletişim Fak. Yayını) Sayı 6, 14 Aralık 1997; s. 7. ISSN 1301-2940)


Fer’iyye Sarayları, Beşiktaş ile Ortaköy arasında üç parça yalıdır. Bunlardan, Galatasaray Lisesi İlk Kısmının yerleştiği birincisinin rıhtımında 1950’li yıllarda bir oyun oynanırdı: balık ağı oyunu. Galatasaray İlkokulunun (Şimdi Galatasaray Üniversitesi) rıhtımı yüz, yüz elli metreden uzun, genişliği on, on beş metreden fazladır. Kenarında, topların denize kaçmasını engelleyemese de en azından çocukları denize düşmekten koruyan demir parmaklıklar vardır. Beşiktaş’tan kalkıp Ortaköy’e giden Şehir Hatları vapurları oradan geçerken, çocuklar, bu parmaklıklara yapışır, iki parmaklık arasına kafalarını sokup “Kap-tan dü-dük; kap-tan dü-dük” (–..; –..) diye bağırırlardı. Göksu, Rumeli Kavağı, Tarz-ı Nevin, ya da ve ille de 71 numaralı Halâs‘ın kaptanları ise genellikle bu çağrıya iki nefesli uzun bir düdükle cevap verirlerdi. Ama düdükten önce, vapurun baca fistanına bitişik pirinç borudan yoğun beyaz bir buhar savrulur, vvvvuu, vvvvuu sesi ancak bundan sonra duyulurdu.


İstediklerini elde eden öğrenciler parmaklıklardan uzaklaşırlar ve balık ağı oyunu yeniden başlardı. Bir sonraki vapur geçene kadar balık ağı, tekrar tekrar örülür, genişler sonra parçalanır ve tekrar örülürdü. Oyun, bütün çocuklara bir anlamda meydan okuyan, ya da hepsine karşı tek başına oynayan bir kişiyle başlardı. Elebaşı, hızlı koşan, koşarken hızla dönüp sağa ya da sola yönelebilen çevik biri olmalıydı. İlk yakaladığı avlanmış olur ve ağa ikinci ilmek böylece atılırdı. İkisi birden el ele, ama kolları açık koşmaya başladıklarında gerçi hareket kabiliyetleri bir ölçüde azalır ama kuşatabildikleri alan büyürdü, sonra üçüncü, sonra dördüncü avlarla ağ gittikçe büyür ve bir noktada on-onbeş metre genişliğindeki rıhtımın tamamını kapatabilecek boyuta ulaşırdı. O andan sonra rıhtımı boylamasına geçip balık ağına yakalanmaktan kurtulmak için, o fazla genişlemiş ağın, ileri geri gidip gelir, açılır kapanırken, ani hareketler sırasında şurasından burasından parçalanmasını kollamaktan ya da bunu sağlamaktan başka çare kalmazdı. Ama gittikçe çoğalan ağın ilmekleri, ağ genişlediği ölçüde birlikte hareket yeteneğini kaybeder ve koşu yeteneği ve çeviklik dereceleri arasındaki farklar nedeniyle sık sık parçalanırdı. Gene de bir süre sonra avlanacak balık kalmaz ve oyunu bozup yeniden başlamak gerekirdi. Bu oyunda incelik, ağa katılan her yeni avın, çevikliğine göre, ağın açık uçlarına ya da merkezine yerleştirilmesiydi. Hızlı koşanlar ve hareket yetenekleri daha fazla olanlar kanatlara, daha yavaş hareket etmekle birlikte daha güçlü olanlar merkeze alınmalıydı. Böylece kanatların esnekliği, merkezin ise güçlü olması ve yarma hareketlerine direnmesi sağlanırdı.


Oyun, resim öğretmeni ve aynı zamanda müdür muavini Ortaköylü Nihat Bey’in ya da sınıf öğretmeni Necdet Kut’un müdahalesiyle son bulduğunda, çocuklar kan ter içinde ya yemekhaneye ya da etüt için sınıflara yollanırlar ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın sözünü ettiği anlamda pek olmasa bile, belki bir başka perdeden, “Boğaziçinde doğarak ve büyüyerek onun hususi şivesini ruhuyle duymuş olmayı hayat için bir talih” bileceklerini akıllarına bile getirmezlerdi. Hemen karşı kıyıda Kuzguncuk sırtlarındaki yeşilliğin otuz kırk yıl içinde yokolacağını da tabii hiç düşünemezlerdi.
Cuma akşamları yemekten sonra etüt yapılmazdı. Cuma akşamları okulda sinema günüydü. Binanın alt katında deniz tarafında bulunan ve rıhtıma bakan pencereleri yıldız altıgen demir parmaklıklarla muhafazalı yemekhanelerde, kıyıya dikey yerleştirilmiş, karşılıklı sekizer ya da onardan onbeş-yirmi çocuğun oturduğu masalarda yemeklerini bitirenler hemen kalkmaz, uslu uslu herkesin bitirmesini beklerlerdi. Sonra nöbetçi müdür muavininin emri üzerine belleticilerin gözetiminde, o yaşta çocuklardan beklenmeyecek ölçüde düzenli bir geçit töreni başlardı. Herbir masanın önce bir yanındakiler ayağa kalkar, taburelerini ellerine alır ve yürürlerdi. O sıranın sonuncusu yerini terkettiğinde bu kez karşı sıradakiler ayağa kalkar, taburelerini ellerine alır ve öncekileri izlerlerdi. Sonra sıra arkadaki masaya gelirdi; o yemekhanedeki, işte, üç dört masa çıkınca, kemerli kapıyla geçilen sonraki yemekhanede bulunanlar tek sıra yürüyüşe geçerlerdi. Yemekhaneden taşlığa çıkan öğrenciler, ellerinde tabureleri, karşıdaki, demek ki Çırağan caddesine bakan taraftaki, merdivenlere yönelir ve oradan birinci kat sofasına ulaşırlardı. Birinci katta iki orta sofa vardır. Bunlardan dördüncü, beşinci ve bir de yetiştirici sınıflarının arasındaki güney sofası -sanırım evvel zamanda selâmlık sofasıydı- cuma akşamları, kuzey duvarına, kenarına siyah şerit dikilmiş amerikan bezinden bir perde asılarak sinema salonuna dönüştürülürdü. Ellerinde tabureleriyle sofaya ulaşan dörtyüz kadar öğrenci gene aynı intizam ve nizamla, taburelerini, hizalı ve bakışımlı sıralardan oluşan iki öbek halinde, yirmi santimetre kadar genişlikteki ahşap kalaslardan yapılmış döşemenin üstüne, ayaklarının budak deliklerine rastlamamasına dikkat ederek yerleştirir ve otururlardı. İşte o an, cuma akşamı. Henüz sinema başlamadan, demek ki saat yedibuçuk gibi, -kim bilir ne benzersiz serüvenlerin eşiğinde-; ve üstelik ertesi sabah, -düşünebiliyor musunuz?- cumartesi! Bu demek sadece dört ders yapılacak demek, kaldı ki en az ikisi böyle, ne bileyim Türkçe, ya da müzik gibi kolay dersler; öyle ya Türkçeyi zaten biliyoruz, müzikse şarkı söylemekten ibaret; öyleyse bu akşam ders çalışmak da yok, onun yerine sinema var; ve sonra da yarın öğle üzeri analar, babalar, teyzeler, dayılar, çocukları almaya gelecek; ve altı gün sonra yeniden eve dönüş, ev demekse öncelikle daha küçük mekânlar, daha kişisel eşyalar demek, sonra aile sıcaklığı demek, belki biraz şımartılma, sonra sevilen yemekler, sabahları -daha doğrusu sadece tek bir sabah, pazar sabahı- zil sesi duymadan, anahtarla karyolanın demirine vurulmadan, üstünden battaniye çekilip alınmadan uyanmak demek. İşte o an, sinema başlamazdan hemen önce, bütün bu parıltılı geleceği önünüzde görür ve ancak ta pazartesi günü bitecek -demek ki o yaşlarda nerdeyse sonsuza kadar sürecek- bir mutluluğu bir kaç saniye içinde yoğunlaşmış olarak duyar, sanki salt mutluluğu önceden ve toptan yaşar, sevinçle ürperirsiniz. Sekiz yaşında ya da on yaşında çocuklar, ne mutlu olduklarını geçirirler içlerinden. Sık sık kopan, ama her seferinde tekrar başlaması yeni sevinçlere yolaçan film, sonunda biter; tabureler bu kez biraz başıbozuk düzende ve aceleyle yemekhaneye indirilir ve sonra yatakhaneye çıkılır. Üst kat sofalarının orta yerlerinde yanan, sacları korlaşmış dev sobaların ısıttığı yatakhanelerde ışıklar söner; o zaman perdesiz pencerelerden vuran Boğaziçi’nin aydınlığı, Fer’iyye Sarayının tavan süslerini ve resimlerini hayal meyal aydınlatır. Arada bir, Karadeniz’e ya da Marmara’ya doğru seyreden dik burunlu, kaptan köşkü ahşap, ince uzun bacalı, kepçe kıçlı şileplerin buhar makinalarının titreşimleriyle binanın yüksek pencerelerinin camları sarsılır, çürüksuda dönen çift kanatlı uskurların her devrinde, Boğaz’ın diplerine vurup gelen tok bir darbe sesi duyulur.