Turistik Rotaların Dışında…
Serhan Yedig tarafından yapılan bu söyleşi Hürriyet gazetesinin 10 Eylül 2012 tarihli nüshasının seyahat ekinde kısaltılarak yayımlanmıştır.
Serhan Yedig
SY: Gezginlik sizin kendi kendinize bulduğunuz bir uğraş mı yoksa ailenizden mi miras? Ailenizden bağımsız ilk yalnız gezinize kaç yaşında çıktınız, ne kadar sürdü ve nereye gittiniz?
ÖB: Ailemden bağımsız ilk gezilerimi lise yıllarımda yaptım. Ama bugün onlara dar anlamda gezi adını veremem herhalde. Lise arkadaşlarımla, İstanbul yakınlarında, o zaman doğanın tam ortası sayılan şimdiyse hemen tamamı kentleşmiş alanlarda, kıyılarda kamplar; bir de 16-17 yaşında yurtdışına yaptığım, üç ay kadar süren, yabancı dilimi ilerletmeye yönelik bir “yaz okulu” yolculuğu bunlardandır. Ama gerçek başlangıç herhalde 1963 yılının Eylül ayında, Sirkeci’den başlayıp Paris’te Lyon Garı’nda son bulan Simplon Ekspresi yolculuğu olsa gerek.
Gezginlik eğilimi ya da belki daha alçakgönüllü bir sözcükle yolculuğu sevmek, bana öyle geliyor ki, insanın şu veya bu nedenle, görelilik anlayışını içselleştirmesiyle; kendini, kentini, ülkesini, dünyanın merkezi sanmaktan kendini kurtarmasıyla ve sonra da bunu izleyen merakla açıklanabilir. Ama benim şu anda yapmaya çalıştığım geziler kuşkusuz bunlardan farklıdır. Sanıyorum ki, okumalarımla, okuduğum kitapların etkisiyle yolculuğu sever oldum. Bu kitapların bir bölümünü de sonradan Türkçeye çevirdim. Bunların da en başında yirmili yaşlarımın başucu kitabı Hüzünlü Dönenceler vardır. Ve kitaplar hâlâ beni yolculuğa sevk etmeye devam ediyor: ellili yaşlarımda, Güney Hint Okyanusu’ndaki kutupaltı adalarına, Crozet ve Kerguelen’lere, bir kitabı okuduktan ve Türkçeye çevirdikten sonra gittim (Kerguelen Adalarındaki Kemer). Şimdi Mavi Yol’u çevirdikten sonra Labrador’a gidebilsem ne iyi olur.


SY: Bugüne kadar kaç ülke gezdiniz, kaç kıtaya ayakbastınız? En uzun süren yolculuğunuz hangisiydi? Yakın gelecekte nerelere gitmek ya da hangi tür yolculukları yapmayı planlıyorsunuz? Kısaca gezginlik yaklaşımınızı anlatabilir misiniz? Sizi bir şehre ne çeker, şehirleri nasıl keşfedersiniz, neleri mutlaka görmek istersiniz, neler sizi hiç ilgilendirmez
ÖB: Bugüne kadar ayak bastığım kıta ve ülke sayısını soruyorsunuz. Bilmiyorum. Israr eserseniz, sayabilirim tabii; özellikle kıtalar, eğer kıta tanımında anlaşabilirsek çok kolay. Ama önemli mi? Bunun yerine ben size bir başka ölçek önereyim: Kuzeyde 81° (Svalbard’ın kuzeyinde Phipps Adası ve Kvit Adası), Güneyde 55°(Magellan Boğazı), ile Batıda 92° (Duluth MN-USA), Doğuda 127° (Seul) arasında bir çok yöreye gittim, ve birçok denizde dolandım. Ama tekrar etmek isterim, benim için “gezginlik” çok ülke çok kent görmek değildir. Yerküreyi, doğasını sevmektir.
Yurt dışında birçok yerde, değişik nedenlerle aylarca, kiminde yıllarca yaşadım. Ama bunlar sayılmazsa şu anda hatırlayabildiği kadarıyla en uzun yolculuğum 1998 yılında Kerguelen, Crozet, Saint-Paul ve Amsterdam adalarına yaptığım ve otuz beş gün kadar süren yolculuğumdur. Réunion Adası’nda başlayıp orda biten bu yolculuğu, Her Yere Uzak Topraklar (TÜBİTAK yayınları, 2004) adlı kitabımda anlattım.


Bu kış, ilkbahara doğru, gene bir şileple Tahiti’den geçip Melanezya’ya uzanacak otuz beş, ve eğer imkân bulursam, gene denizden dönüşü de katarak 50 günü aşan bir yolculuk yapmayı planlıyorum; emeklilerin böyle avantajları oluyor. Bu geziyi de bana gene coşkuyla çevirdiğim ve inanılmaz edebi hazların yanısıra, olağanüstü bir tarih bilgisi ve belgesi sunan bir başka kitap, Bougainville’in Dünyanın Çevresinde Yolculuk’u esinlendirdi.
Sanıyorum ki şimdiye kadar konuştuklarımız ne tür seyahatlerden hoşlandığımı, neyin beni çektiğini yeterince aydınlatmıştır. Ama daha da açık olmak gerekirse, artık yolculuklarda benim hedefim kentler olmuyor; kentlerde belki deniz müzeleri ve bazı parklar, botanik bahçeleri ve kimi anıtlar dışında beni çeken pek bir şey yok. Hedefim mümkün olduğu kadar az inanın yaşadığı, mümkünse bütünüyle insansız coğrafyalar. Başlangıçtaki Yerküre’den artakalabilmiş yöreler. Bu tabii kolay bir şey değil; bu keyfe her zaman ulaştığımı söyleyemem, Ama örneğin, önceki sorularınızı yanıtlarken sözünü ettiğim adaların birçoğunda hiç insan yaşamaz. Diğerlerinde de az sayıda görevli vardır. Birçok kente sadece limanından gemiye binmek için gidiyorum. Ha bir de belki, Sevda-Cenap And Müzik Vakfı’ndaki görevim dolayısıyla yaptığım seyahatler var. Ama o ayrı bir kategori. Müzik yolculukları: onlar doğallıkla kentlerle sınırlı. Kalabalıklar içinde geçiyor.


SY: Rotterdam’da başlayıp Moerdijk’te biten yolculuğunuz yük gemileriyle çıktığınız kaçıncı gezinizdi, daha önce nerelere gitmiştiniz?
ÖB: Rotterdam’dan başlayıp, on Norveç limanına uğradıktan sonra Moerdijk’te sona eren bu yolculuk, son on bir yılda beşinci şilep yolculuğumdu. Daha önce şileplerle İzlanda’ya, Baltık Denizi’nde kimi limanlara, Avrupa’dan Kuzey Amerika’da Saint Lawrence Irmağı üzerinden Büyük Göllere, Buenos Aires’ten Magellan Boğazı’ndan geçerek Şili’de San Antonio’ya gitmiştim.
SY: Yük gemileriyle yolculuğa çıkmak nereden aklınıza geldi, ilk yolculuktan ne gibi izlenimlerle döndünüz?
ÖB: Şileple yolculuklara başlamazdan önce ve sonra, posta gemileriyle, okyanusbilim araştırma gemisiyle, buzlaya dayanıklı eğitim-açınsama gemisiyle ve büyük yelkenliyle de yolculuklarım oldu. Dolayısıyla bu kendiliğinden bir gelişme sayılır. 2001 yılında İzlanda’ya deniz yoluyla gitmek istedim. Tek seçenek de şilepti. Bu yolculuktan çok zevk aldım. Çok şey öğrendim ve izlenimlerimi içeren bir de kitap yayınladım: İzlanda Yolcusu.
SY: Yük gemisiyle yolculuğa çıkmanın avantajları, dezavantajları nelerdir? Gemilerde en çok kaç kamara kiraya veriliyor?
ÖB: Birçok kişi için avantajı yoktur, dezavantajıysa çoktur. Yavaştır, pek konforlu sayılmaz. Lüks yemek salonları, şık barları, güvertesinde şezlongları, pırıl pırıl üniformalı mürettebatı yoktur. Güvertede bir plastik sandalyeye oturduğunuzda, eğer önceden tedbir almazsanız kurum içinde kalırsınız. Yemekler boldur ama pek incelikli sayılmaz. Gemiye inip binerken kimi zaman borda iskelesi yerine şeytan çarmıhını ya da kılavuz merdivenini kullanmak zorunda kalırsınız. Asansör yoktur. Diyelim ki F güvertesindeki kamaranızdan ana güvertedeki yemekhaneye gitmek için altı kat inip çıkmak zorunda kalırsınız. Ve gemide sizi pek kimse takmaz: el üstünde tutulan şımartılan biri değil, daha çok varlığına katlanılan ve işe engel olmaması beklenilen bir fazlalıksınızdır. Şilep bir iş yeridir.
Buna bir de şileplerin yanaştığı rıhtımların kent merkezine uzaklığını ekleyin. Üstelik oralara toplu taşım araçları da işlemez. Bu son yolculuğumda, Rotterdam merkezinden, Europort’ta 8160 numaralı rıhtıma gitmek için 32 km.; dönüşte de Moerdijk limanından Rotterdam’a dönmek için 36 km taksiyle gittim.
Genelde sorunuzun yanıtı budur ama kimileri için şilep yolculuğu gene de çok caziptir ve yukarda saydığım bütün olumsuz yanları önemsizleştiren özellikleri vardır. Benim için bir yandan, denizi izlemenin onun soluğunu duymanın yanı sıra seyri karar-komuta merkezinden, köprüden izlemek, bunun için GPS, AIS, radarlar, meteoroloji raporları, dijital veya kâğıda basılı haritalardan yararlanmak; VHF 16. kanaldan gelen çağrı ve mesajlara kulak kabartarak görünmeyen çevrede neler olup bittiğini izlemek. Zabitlerin kararlarını, kılavuzlarla ve mürettebatla ilişkilerini, gemide mürettebatın günlük yaşamını gözlemek; bir yandan da karadakinden çok farklı bir zaman ve mekânda yaşamak çok keyifli oluyor. Çoğu zaman görüş mesafeniz kıyılara uzanmadığında, bir tür sonsuzluğum ortasında buluyorsunuz kendinizi. Zamanın akışı denizde çok farklı. Daha uzun soluklu bir ritim içinde, insanın sanki gücünün ve yeterliliğinin sınırlarını daha iyi kavradığı bir süreçtir bu. Ve doğa unsurlarına, rüzgârın yönüne ve şiddetine, bulutların biçimine, gün batımının renklerine, gün doğarken, doğu yönünde, göğün ilk başta hafifçe kızarmasına, pembeleşmesine, ardından soluk cam yeşiline ve sonra da maviye dönüşüne ve maviliğin giderek tepenizdeki yıldızlı karanlık lacivertin yerini alışına daha çok dikkat eder hale gelirsiniz.


Bunlar dışında bana cazip gelen iki unsur da şudur: şilep seferlerinde artık he ne kadar trampa seferleri ortadan kalkmışsa da, bir ölçüde belirsizlik sürmektedir. Yol boyunca rotanın ve uğrak limanlarının değişme olasılığı vardır. Bu yolcuya kabul edilebilir sınırlarda bir macera duyumsaması da verir. Nihayet ticaret gemilerinde, anahtarı kaptanın cebinde duran, gümrüksüz dükkândan çok ucuza iyi içkiler alabilirsiniz. Hattâ birçok gemide, her seferde olmasa bile birçoğunda güvertede yapılan barbekü partilerinde mürettebata üç kasa Carlsberg’de ikram edebilirsiniz.
Bir de şunu eklemek gerek, yolcunun gemideki keyif alma düzeyi önemli ölçüde süvarinin karakteriyle de ilgilidir. Bana çok dostça davranan, yaşamını anlatan da oldu; profesör bey diye hitap edip kibar ve mesafeli davranan da; yirmi dört günlük bir seyrin sonunda, seni bundan sonra gemide tutamayacağım, bu limanda iniyorsun diyen de oldu.
SY: Herkes bu tür yolculuklara çıkabilir mi, kabul edilmeyen yolcu türleri var mı? Örneğin yalnız kadınlar, yaşlılar için güvenli mi ?
ÖB: Küçük çocuklar ve 75 yaşını aşanlar, baston veya koltuk değneği kullananlar gemiye kabul edilmez. (Bazı şirketler 79’a kadar yolcu kabul ediyor.) 65 yaşını geçmiş olanlardan doktor raporu istenir. Tehlike yaşlının niteliğine göre değişir kuşkusuz. Ama biraz önce de anlattım. Çok konforlu değildir şilep yolculuğu. Yalnız kadınlar niye kabul edilmesin? Faroe Adaları’ndan İzlanda’ya giderken bulunduğum gemide, tek başına bir kadın yolcu vardı, Faroe’li bir anaokulu öğretmeniydi.


SY: Fiyatları nedir, ne tür hizmetler buna dahil, neler serbest neler yasak? Yemekler nasıl, cep telefonunun çekmediği bölgelerde dışarıyla iletişim kurulabiliyor mu?
ÖB: Şileplerde yolculuk için günde 90-110 Avro arasında bir ücret ödenir. Dört-beş yıl önce bu 80-100 Dolar civarındaydı. Hem nominal olarak hem de ölçü para biriminin değişmesi nedeniyle fiyatlar hayli arttı. Bu üç öğün yemeğin ve size ayrılan kamaranın ücretidir, tabii bir de, bir yerden bir yere ulaştırılıyor olmanızın ücretidir. Doğrusunu isterseniz Akdeniz’de birçok “gezinti gemisi” ile daha uygun fiyatlara gezmek de mümkün. Ama aynı keyfi verir mi bilemem.
Denizde, eğer karadan ortalama 20-30 deniz mili uzaksanız cep telefonu kullanamazsınız. Hemen bütün gemilerde uydu aracılığıyla haberleşme olanağı vardır, ama çok pahalıdır. Hem denizin ortasında haberleşip de ne yapacaksınız?
SY: Yük gemisi seferlerini nereden öğreniyorsunuz, nasıl bilet alınıyor ya da rezervasyon yapılıyor?
ÖB: Bu alanda uzman şirketler vardır. Ben bunlardan Hamburg, Londra ve Paris’teki üçünü kullandım. İçlerinde en ciddi ve güvenilir olanı bence Hamburg-Süd Reiseagentur’dur. Londra’daki Cruise People’dan uzak durmakta fayda var. Pek düzgün davranmıyorlar. Paris’teki Mers et Ecrits ise sanıyorum bu piyasadan çekildi.


SY: Rotterdam-Moerdijk rotasında en çok hangi limanlar ilginizi çekti?
ÖB: Bu yolculukta, M/V Tina toplam on limana uğradı. Bunlardan birine, Ålesund’a hem gidişte hem dönüşte iki kez uğrandı. Bu limanların yarıdan çoğu, sanayi kuruluşlarının rıhtımlarından ibaretti. Kimileri, iki üç kilometre uzakta bizim ölçülerimize göre köy büyüklüğünde yerleşimlere yakındı: Straumen yakınındaki Elkem fabrikası bunlardandır. Biri ise, bir fiyordun ortasında bir kıyıda, bir kaç yüz metre ilersinde bir iki çiftlik evinin göründüğü bir iskeleden ibaretti: Gjemnes Høgset. Büyük kent limanı olarak sadece Bergen ve Ålesund’u sayabilirim. Dolayısıyla böyle bir yolculuk “gezinti gemisi” ile yolculuk sevenler için hayal kırıcı olur sanırım. Turistik bir gezi olamaz bu.
Sözünü ettiğim o iki büyük kente de daha önce gitmiştim. Ama özellikle bütün bir gün geçirdiğim Ålesund’u yeniden görmek keyifliydi. Üstelik gemi kent merkezine çok yakın bir rıhtıma yanaşmıştı. Kaptandan liman bölgesinden çıkış ve tekrar giriş için elektronik kartı alıp (kapıda nöbetçi ya da kapı görevlisi yok, otomatik kapılar var) sabah erkenden yola koyuldum. Birbirinden çok dar ve küçük boğazlarla ayrılan üç ada üzerine kurulu bu kentin topografyasını ve kaba plânını belleyememiştim. Bu sefer de başaramadım; kentin hemen her yönü rıhtım ve liman; yollar hayli dolambaçlı, yönümü bulmakta hep zorlandım. Bütün gün boyunca sık sık plana bakmak bazen de gelen geçene sormak zorunda kaldım. Turist bilgilendirme bürosunun bulunduğu Kraliçe Sonja meydanına vardığımda, henüz çok erkendi. Etraf çok tenha görünüyordu. Bir iki siyahi belediye işçisi temizlik yapıyor, geceyi dışarıda geçirdiği anlaşılan, sırt çantalı sakallı bir genç, bilgilendirme bürosunun önündeki bankta uyuyordu. Birbirlerine sarılmış, kahkahalar atarak ve biraz da sallanarak yürüyen iki genç kadın, o saatte en hareketli görüntüyü oluşturuyordu. Bilgilendirme bürosundan gerekli bilgiyi aldım. Sabah, bir deniz müzesi olduğu söylenen Sunnmöre’ye gitmeye öğleden sonra da Aksla Dağına çıkmaya karar verdim. Rıhtımda bir banka oturup Sunnmöre’ye gidecek ilk otobüsün kalkış saatini beklemeye başladım. Biraz sonra bir balıkçı motoru, bulunduğum yerin biraz ilerisine yanaştı. Birkaç dakika geçmemişti ki, motorun önünde, herkesin, önündekinden yaklaşık yarım metre mesafede durduğu çok düzenli, bir kuyruk oluştu. Ålesund’lu meraklılar taze balık alışverişindeydiler. Balıkçı hiç bağırmıyor, mallarını övmüyordu. Bir süre sonra kuyruk yok oldu, balıkçı da balıklarını satıp bitirdi ve rıhtımdan ayrıldı. Her şey uçsal bir sessizlik içinde olup bitti.


Sunnmöre, başka İskandinav kentlerinde de rastlanılan türde, geleneksel ahşap yapılardan oluşan bir tür etnografya müzesi. Sergilenen, konut, samanlık, yüklük, vb. ahşap yapılar başka yerlerden taşınmış ve buraya yerleştirilmiş. Parkta eğer şansınız varsa, ürkek ceylanları sizin yaklaşmanızla kaçarken görebilir, sabırla ve sessizce uzun süre bekleyebilirseniz fotoğraflarını çekebilirsiniz. Bu müzenin hemen yanında, arkeolojik kalıntıların sergilendiği bir küçük müze daha var. Gelgit sırasında açık denizle bağlantısı kesilen bir koyun kıyısında kurulu eski bir Viking yerleşimin neredeyse sadece yerini belirten birkaç işaret dışında müzede sergilenen malzeme de pek etkileyici sayılmaz. Nihayet bilgilendirme bürosundaki görevlinin bana bir deniz müzesi diye tavsiye ettiği de, bir iskeleye bağlanmış, işte XX. yy başlarından kalma bir iki motorlu yelkenli tekne ile bir hangarda sergilenen en eskisi 19.yüzyıldan kalma yelkenli kürekli balıkçı kayıkları, doğrusu biraz hayal kırıcıydı. Gene de sergilenen balıkçı kayıkları koleksiyonu –ve bunlar replika değildi, gerçek tarihi müze malzemesiydi– özellikle Norveçlilerin yaşamında evvelce, balıkçılığın ender geçim kaynaklarından biri olduğu düşünüldüğünde bana hayli ilginç göründü.
Öğle sonrasında Aksla Dağına çıktım. Dağ dedimse yüz kırk yüz altmış metre kadar bir yüksekliği var. Ama Ålesund’un tipik kartpostal fotoğrafı hep oradan çekiliyor. Ben de bir iki tane çektim. Dağa çıkarken yolda, İkinci Savaş’ta Alman işgali sırasında, onlar tarafından yapılan savunma amaçlı bunkerler göze çarpıyor.
Ålesund’da, gemiye dönmezden önce, gemide bir kasa (yirmi dört şişe) bira aldığım paraya neredeyse denk bir ücret ödeyerek içtiğim bir bardak birayı bitirince bir ikincisini içmekten vazgeçmem ve kendimi tekrar sokağa atmam bana, Ålesund’un güzel bir anıtını görme fırsatını verdi: Kipervik Meydanı’da, fırtınada, denizden dönecek balıkçı kocasını bekleyen kadın heykeli… Kirsten Kokkin tarafından dökülen ve 1989 yılında dikilen bu bronz heykel bana kalırsa Ålesund’un en güzel anıtlarından biri.


M/V Tina’nın uğradığı birçok limanın bir sanayi kuruluşunun rıhtımı olduğunu belirtmiştim. Bu durum ilk bakışta yolcuda, karaya inmek için hiçbir istek uyandırmaz. Fabrika rıhtımlarının hemen yakınındaki cevher yığınları, öte yandaki moloz yığınları, oradan buradan denize akan ne olduğu belirsiz sıvıları (evet Norveç’te bile!), bir tarafa yığılmış hurda tepeleri ve eksik olmayan, türlü gazlar yayan bacalarıyla hiç cazip değildir. Zaten bu rıhtımlarda gemi uzun süre bağlı kalmaz. Ama eğer üç km. kadar yürümeyi göze alırsanız, (dönüşte taksiye binme imkânınız vardır) örneğin Orkanger gibi, ya da Straumen gibi küçük yerleşimlere ulaşabilirsiniz. Bunlar güzel, bakımlı ama neredeyse “ıssız” yerleşimlerdir.
63° derece enleminin biraz kuzeyinde, ama açık denizden hayli içerde çok derin bir fiyordun sonundaki Orkanger’e gitmek için geminin önce Trondheim Fiyordu’ndan geçmesi ardından da Orkdal Fiyordu’nun en sonuna kadar gitmesi gerekir. Bu seyir gündüz yapılıyorsa eğer başlı başına bir keyif kaynağıdır. Ama sonunda varılacak küçük Orkanger kenti heyecanlar yaratacak bir yer değildir. Kenti güneyinden çevirerek fiyorda dökülen Orkdal Irmağı’nın ağzındaki gaz ve petrol boruları üreten bir fabrikanın rıhtımına yanaşır gemi. Rıhtımdan yola çıkıp, yürüyerek yarım saatte kentin hemen dışındaki bir AVM’ye ulaşır, burada biraz soluklandıktan sonra (içinde, alkollü içki satılmayan bir kafeterya pastane bir de pizzacı vardır) az bir gayret daha sarf ederseniz, Norveç taşrasının sakin ve çok sessiz küçük kentlerinden birine ulaşırsınız. Sokaklarda pek az insan görünür. Bütün kent bahçeler içinde müstakil ahşap kaplama, çoğu kızıl kiremit rengine boyalı evlerle doludur. Kent ve evleri iki üç sıra halinde ırmak boyunca güneye doğru uzanır. Fiyord kıyısında küçük bir marina ötesinde birkaç kaç sanayi kuruluşu daha yer alır. Limanla kent arasında, neredeyse bir göl görünümünde, dip kıyısı kumsal, çevresi koruluk çok güzel ve küçük bir koy vardır. Orkanger herhalde 4-5000 nüfuslu bir yer olsa gerek.
Her şey bundan ibaretse, o zaman bu gezinin çekiciliği nerde diye soracaksınız. Fiyordların içinde bu kadar dolambaçlı seyirler, kendi tekneniz yoksa eğer başka gemilerle pek yapılamaz. Ve bunlar turistik güzergâhların dışındadır, oysa doğa, çevreleyen dağlar, onların bitki örtüsü, ya da sadece çıplak kayaçlar, seyrek küçük tarım işletmeleri, görüntüler, nefes kesicidir.
SY: Bu geziden hafızanızda neler kaldı?
ÖB: Aslında şu anda hiçbir şeyi unutmuş değilim. Her şey aklımda, ama tabii unutacağım zamanla; gerçi not defterim duruyor. Şimdiye kadar anlattıklarımın dışında ilginç bulduğum ne var diye sorarsanız. Birkaç şey söyleyebilirim: dikkat ettiyseniz size önerdiğim fotoğraflar sadece iki veya üç gün içinde çekilmiştir. Çünkü Temmuz ile Ağustos’a yayılan onbeş günlük sürede diğer günlerde hava hep kapalı, soğuk ve yağışlıydı. Kuzeysel coğrafyayı seviyorum ama zor olduğunu da kabul etmek lazım. İkincisi bir akşam Norveç Denizi’nde seyir halindeyken gemide ana güvertede yapılan ve süvariden siliciye kadar bütün mürettebatın ve yolcunun katıldığı barbekü partisidir. Çoğu eski SSCB ülkelerinin yurttaşı olan gemiciler, küçük kadehlerde viskiyi sonuna kadar içip ardından yarım bardak bira içiyorlardı. İki saati aşkın bu barbekü partisinde kimse yere yıkılmadı ve gemi o gece ve ertesi gün yoluna aynı düzen içinde devam etti. Ama belki en önemlisi, daha önce de gözlediğim bir başka şeydir: gemicilik mesleğinin güçlüğü; zabitler için vardiya düzeninin, diğer gemiciler için çalışma temposunun ve koşullarının insafsızlığı.


Sonra Rotterdam limanının olağanüstü büyüklüğü ve akla durgunluk veren işleyişi; Europart’ta yük kutusu [container] taşıyan insansız araçların, hiç çarpışmadan gidiş gelişleri ve tabii yük kutularını büyük bir hızla taşıyıcının sırtından alıp ambara ya da güverte üstüne düzenle yükleyen vinçlerin baş döndürücü hızı ve hassasiyeti. Saatte 20 yük kutusunu aşan bir hız…
SY: Gitmek isteyenlere ne önerirsiniz, nelere dikkat etmeliler?
ÖB: Şileple yolculuğa çıkacak olanlar için dikkat edilmesi gereken temel unsur mevsimdir. Kışları güney yarımküreyi, yazları da kuzeyi seçmeliler. Karaibler’deki kasırga mevsimini (Temmuz-Kasım arası) hatırdan çıkarmamalılar. Güney yarımkürede 40° ila 60° enlemleri arası her mevsimde oldukça çalkantılıdır. Ama her denizde her mevsimde çok zor koşular ortaya çıkabilir. Fakat meteoroloji raporları size (daha önemlisi gemiyi yönetenlere) bunları birkaç gün öncesinden oldukça yüksek bir doğrulukla, 24 saat öncesindeyse neredeyse matematik bir kesinlikle bildirir.
İkincisi geminin yaşıdır. Yaşlı gemiler daha konforsuzdur. Birçok şey, iyi çalışmaz, yeterince temiz olmayabilir. Onun için genç gemiler tercih edilmeli. Ama bu onların da arıza çıkarıp yolda kalmalarına engel olmaz. Henüz iki yaşını doldurmamış bir gemide, Rio de la Plata’da, Montevideo açıklarında otuz altı saatten fazla beklediğim oldu. Neyse ki derinlik çok fazla değildi ve demir atma imkânı vardı. Dolaysıyla gemi sürüklenmiyordu.
Son bir unsur da geminin büyüklüğüdür. Büyük gemilerin kamaraları da daha geniş olur bazılarında iki kamaradan oluşan bir dairede kalırsınız.
***
_______________________________________
ANKET SORULARINA YANITLAR
- Bugüne kadar gördükleriniz içinde en sevdiğiniz beş yer (yurtiçi ve yurtdışından şehir, kasaba, köy ya da bir doğa alanı) nereleridir?
Yurt dışında beni en çok heyecanlandıran Svalbard Takımadaları ve Kerguelen Adaları’dır. Ardından Amazon Irmağı ve havzası ile İzlanda gelir. Yurt içindeyse Artvin Borçka’da Macahel yöresini ve ormanlarını çok sevmiştim, oraya tekrar gitmeyi planlıyorum. - Seyahatte ne okursunuz?
Yolculuktan önce ve sonra okurum da, yolculuk sırasında hiç kitap okumam. Ama haritaları ve kılavuz kitaplarını, gemide Admiralty kılavuzlarını (sailing directions) kullanırım. Görülecek gözlenecek o kadar şey varken kitap mı okunur? - Seyahatte ne yer, içersiniz? (Yerel lezzetleri mi tercih edersiniz yoksa otellerin standart yemeklerini mi?)
Ne yazık ki yemek konusunda tercihte bulunabilecek türden seyahatlerim pek olmuyor. Ne yerel lezzetlerin peşindeyim, ne de yemek ayırıyorum. Aşırıya kaçmadan beslenmek bana yetiyor. Ama içki konusu ayrı. Orada doğrusu tercihlerim var. - Kiminle seyahate çıkarsınız?
Genellikle yalnız çıkıyorum yolculuğa. Ama bazı yerlere tek başına gitmek mümkün değil tabii. Örneğin Kerguelen Adaları’na dokuz kişilik bir grupla, Svalbard’daki çember seyirlerini ise sekizi geminin mürettebatı olmak üzere on yedi kişilik bir heyetle yaptık. - Nerede kalırsınız?
Otellerde kalıyorum. Ama deniz yolculuklarında tabii gemide kalıyorum. - Seyahatte günlük çantanızın vazgeçilmezleri nelerdir?
Günlük çantamda, spiralli ve mukavva kapaklı not defterim ve versatil kalemim, fotoğraf makinem, eğer başımda değilse kepim veya kasketim, bir de eğer kentteysem kent planı ve varsa kılavuz kitap. Pasaportum ve cüzdanım cebimde olur. - Neyle seyahat edersiniz?
En çok uçak ve gemiyle seyahat ediyorum. - Gittiğiniz yerden ne alırsınız?
Bir kitapçıya (varsa eğer) mutlaka uğrar, o yerin tarihine ve coğrafyasına ilişkin, bildiğim bir dilde yayınlanmış kitaplar bulursam alırım. Bir de bazen müze dükkânlarından birşeyler aldığım olur. Daha çok hediye etmek için.[1](http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/21421262.asp ) Buradaki metin, gazetede yayımlanamayan bölümleri de kapsamaktadır; fotoğrafların tamamı ÖB tarafından çekilmiştir.
______________________________________
(31. 08.2012; 15:30)
Dipnotlar
↑1 | (http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/21421262.asp ) Buradaki metin, gazetede yayımlanamayan bölümleri de kapsamaktadır; fotoğrafların tamamı ÖB tarafından çekilmiştir. |
---|