Feridun Andaç’ın yaptığı bu söyleşi, Hürriyet Gösteri dergisinin Ekim 2004 tarihli 263. Sayısında (s. 30-34) yayımlanmıştır.
Feridun Andaç
FA: Gezi edebiyatımızı zenginleştiren, varolan seyre yeni açılımlar kazandıran bir gezgindir Ömer Bozkurt. Seçilmiş kara parçalarına yaptığı yolculukların yansılarını yazıya döken, görsel olarak da bunları kayda geçen Bozkurt, sonuçta bir gezginin nasıl bir yolculuk yaptığının da anlamını okuruyla paylaşır. ‘Her Yere Uzak Topraklar Okyanusbilim Gemisiyle Kerguelen Adaları’na Yolculuk’ kitabı (TÜBİTAK, Mayıs 2004) onun böylesi bir seyrinin ürünü. Okuru avucunun içine alarak hiç görmediği yerlerin, doğa parçasının gerçekliğini dile getiriyor. Usta bir gözlemci, iyi bir anlatıcıyla yüz yüze olduğunuzu hemen kavrıyorsunuz. Ömer Bozkurt ile bu kitabın öncesini, yolculuklarını, yazılanların seyrini konuştuk.[1]Feridun Andaç’ın Ömer Bozkurt’la yaptığı bu söyleşi, ilkin kısaltılarak “Doğa sarhoşluğuna bağımlılık yolculukların olmazsa olmazıdır” başlığı altında Dünya … Tümünü Gör
FA: Akademisyensiniz, çeviri uğraşınızın iki temel yapıtıyla (Hüzünlü Dönenceler, Claude Lévi-Strauss, Kerguelen Adalarındaki Kemer, Jean-Paul Kauffmann) tanıdık sizi. Coğrafya ve yolculuk yaşama tutkunuz. Bunun izlerini yansıtan yazılar da yazdınız. Önce bu yöneliminizin itki kaynağını konuşalım istiyorum.
ÖB: Coğrafya ve yolculuk tabii iç içe geçiyor. Coğrafya yolculuk nedenimi açıklıyor ve sevdiğim yolculuk türünü belirliyor. Burada coğrafyaya yönelişi, yolda ve yaşamda doğaya, onun bilgisine ve hazzına yönelme olarak da tanımlayabilirim. Kaynağını Her Yere Uzak Topraklar’ın önsözünde biraz açıklamıştım. Uzun yıllar kent dışına pek az çıktıydım. Kırk iki yaşında geçirdiğim bir hastalık sonrasında, önce yakınımdaki bir ormanda doğayla düzenli ve eylemli bir temas kurdum. Ormanı –aslında daha sonra gördüklerime bakarak buna ormandan çok, zamanla ormana biraz benzemiş ağaçlandırma sahası demek daha doğrudur– keşfettim. Bu ormanda pek düşük maliyetle olağan yaşamdan çıkış yolu buluyordum, o yaşta çocuksu hayranlıklar içindeydim ve doğal ortamlarda görerek edindiğim flora ve fauna bilgisinden ötürü çocuklar gibi gurur duymaya başladım. Nitekim o ormanda gördüğüm “yaban” varlıkları çocukların birçoğu sekiz on yaşına kadar tanımış olur –bunların en önemlisi işte olsa olsa Orta Anadolu platosunun küçük yılanları, yaban tavşanı, gelip geçen bir iki keklik, gökyüzünde süzülen bir kartal, bir atmaca ve bir de bir sabah, çok erken saatte, her ikimizin de durakalıp saygılı bir mesafeden göz göze geldiğimiz bir tilkiydi–. Bu benim için geç kalmış bir bireysel keşifti. Ve galiba herhangi bir şeye geç ulaşanlarda görülebilecek bir tutku ortaya çıktı. Sonra işte, acaba sürekli doz artırma gerektiren bir bağımlılık mı oluştu ne… Kademe kademe, kuzeyde 81°, güneyde 50° ( daha sonra 55°) enlemleri arasında dolandım ve birçok endemik tür ve alt türü tanıdım. Burada izninizle o sözünü ettiğim “ormana dönüşmüş ağaçlandırma sahasının” Ankara’nın güney sınırını oluşturan ve Eymir Gölünü de kapsayan ODTÜ Ormanı olduğunu belirteyim. Ve o arada bu güzelliğin yaratıcılarından en önde geleni Rektör Kemal Kurdaş’ın adını da saygıyla ve şükran duygusuyla anmalıyım.
Kerguelen Adaları’nda
FA: Soluk alma ‘hobi’si olmadığı kesin. Peki, sizi o çevirileri yapmaya yönelten duygu/düşünce neydi?
ÖB: Boş zaman geçirme çabası olmadığı konusunda haklısınız. O kadar ki son yıllarda mesleğimin, yani öğretim üyeliğinin, beni asıl yapmak istediğim şeyden, demek ki doğada yolculuktan ve yolculuğu, gördüğüm flora ve faunayı anlatmaktan ya da yolculuk edebiyatıyla yeterince ilgilenmekten alıkoyduğuna inanıyorum. Bu nedenle de emekliliği hep düşünüp duruyorum. O iki çeviri bana gerçekten büyük hazlar vermiştir. İşin başında o iki kitabın olağanüstü, sıra dışı nitelikleri etkili olmuştur. Lévi-Strauss’un eseri, sosyoloji öğrenimimin başında, ilk okuduğum kitaplardan biriydi. Kitaba hayrandım, hem içeriğine hem biçemine. Çevirisine ilk giriştiğimde asistandım; ama çeviriyi sonuçlandırmak ancak profesör olduktan sonra mümkün oldu. O kitabı ilk okuduğumda ilgimi çeken Mato Grosso platosunda ve Amazon ülkesinde dolanan yerli boylarının toplumsal yapıları, yaşamları, insan topluluklarının uzun erimli evrensel değişimi ve o yapıtın sosyal bilimler alanındaki önemli katkılarıydı. Ama çeviriyi yeniden ele alıp bitirdiğimde artık bende hayranlık uyandıran o yapıttaki benzersiz doğa anlatımlarıydı. Gerçekten Lévi-Strauss dönencelerin iki yarım küresini. Hint alt kıtası ile Amazon bölgesi ve Mato Grosso’yu ve bir de Atlantik’in ortasında Durgun Deniz’i öyle bir anlatır ki, oraları görmek için can atar hale gelirsiniz. Kauffmann’ın kitabını ise, on yıl kadar önce bir rastlantı sonucu okudum, gene aynı tür bir hayranlık. Ama bu kez ilgi alanım biraz değişmişti. İnsanlardan doğaya, toplumbilimden coğrafyaya hayli yol almıştım. O da tam zamanında geldi. Demek ki ilkin o kitaplara duyduğum hayranlıktır beni bu çabaya yönelten; öz olarak bana göre, o sıradaki ilgilerime göre içkin değerleridir. Ama bu hayranlık ancak kısmi bir açıklamadır. Onun yanı sıra çeviri sırasında bu iki yazarın nesirlerini, Türkçe, yeniden yazmanın bana çok büyük haz verdiğini de eklemeliyim. Çünkü iki yazar da gerçek yazı ustalarıdır. Düzyazılarının özgün dillerinde insana verdikleri keyfi, sevinci, Türkçe’de duymak ister, bu Türkçe’de de ne güzel anlatılır derim. Ayrıca onları çevirmek okumaktan da daha çok haz verir, çünkü çevirirken, bazılarına salt okumayla ulaşamayacağınız incelikleri yakalarsınız. Böylece çeviri bir iş olmaktan çıkar, bir haz kaynağı olur. Tabii yazarına göre. Nitekim bana önerilen birkaç çeviriyi duraksamadan geri gönderdiğim oldu. Başka bir deyişle benim için çeviri hayli bencil bir eylem sayılabilir. Nurullah Ataç da yanılmıyorsam eğer ‘Günce’sinde, çeviri konusunda buna benzer bir şey yazmıştır; “iki ayrı dilde aynı hazzı duymaktan” söz eder.
Kuluçkada bir isli albatros (Phoebetia palpabrata). Crozet Adası)
FA: Gezginliğinizin bir ucu sizi doğaya, yabanıl doğaya ilginizin önünü açar. O açılım nasıl oldu?
ÖB: Aslında belki de aksini düşünmek daha doğru, yani doğaya ilgi beni yolculuklara yöneltmiştir. Şöyle açıklamak mümkün: Yaşamımın bir döneminde doğayı kendimce keşfedişten önce de yurt içinde birçok yöreyi tanımış, birçok yabancı ülkeye, kente gitmiştim. Ama onların hepsi belli bir coğrafyayı, doğayı tanıma dışında amaçlarla gerçekleşmişti. Şimdi de bunları sürdürüyorum. Hattâ bazılarından dönüşte, kısa yazılar yazdığım da oluyor. Geçen hafta bir kongre dolayısıyla Seul’deydim. İşte kent merkezindeki otelden, metroyla kırk dakika mesafedeki kongre merkezi arasında beş gün gidip geldim; bir iki tarihi saray, iki müze gördüm. Ama bunu ‘yolculuk’ saymıyorum. Çünkü kenti çevreleyen kırsal alanı, doğayı sadece havaalanından gelirken ve oraya dönerken gördüm. Sarı Deniz kıyılarında deniz çekilmiş, geniş kumsallar açığa çıkmıştı, denizin o an için örtemediği kumsalda yer yer mor lekeler görünüyordu; bir yosun türü müydü, bir alg miydi, yoksa bir kabuklular kolonisi miydi göremedim, öğrenemedim… Incheon havaalanının yolu neredeyse yağmur ormanları yoğunluğunda bir bitki örtüsüyle kaplı yerlerden geçiyordu; ama ben onları ancak taksinin penceresinden seyredebildim. Ve çok canım sıkıldı. Bizatihi doğa için yolculuk, önce bir seçim gerektiriyor. Ben uzak adaları ve soğuk iklimleri seviyorum. Bu seçim zorunlu olarak sizi giderek daha uzak ve daha yabanıl yörelere götürüyor. Yolculuk güçleşiyor, maliyet yükseliyor; ama o arada oralara gitmiş,oraları görmüş olanların sayısı da azalıyor. Sanıyorum ki bu bir tür kendi sınırlarını, kendi coğrafyasını genişletme çabası olarak da yorumlanabilir.
FA: Yabanıl doğaya yürüyüşünüz, düşüncede ve duyguda oraları adımlamanızın ilk ürünü elimizde: Her Yere Uzak Topraklar(TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 2004, 182 s). Bu kitabın oluşma sürecinden kısaca söz eder misiniz?
Laboureur Fiyordu kıyılarından. Kerguelen Adaları
ÖB: Evet bu kitap, bu konuda yayınladığım ilk kitap; ama anlattıklarım, uzak ve iyice yabanıl doğayla ilk temasım, ona ilk hayranlığım, en etkilendiğim, en önemsediğim temas değil. Aksine en son gerçekleşenlerden biri. Umarım öncekiler de kitaplaşır; özellikle bunlardan birini, Svalbard Takımadaları’nın çevresinde 1995 ve 1996 yıllarında gerçekleştirdiğim iki ‘circumnavigation’u, hâlâ yazmaya çalışıyorum, henüz bitmedi. Toplam otuz gün kadar süren bu iki yolculuğun sadece bir günlük bölümünü Gezi dergisinin Mart 1988 sayısında “Buz Okyanusu Kıyılarında Morslar” başlığıyla yayınlamıştım. Bitirebilmek için belki de emekli olmam gerekiyor. Uzak Topraklar’ın oluşumuna gelince doğrusu çok zor bir çalışma olmadı, daha yolculuk sırasında aldığım ayrıntılı notlarla yazmaya başlamış sayarım kendimi. Kaldı ki o an gördüklerinizi ve duyduklarınızı, birkaç saat, kimi zaman birkaç dakika içinde yazmazsanız, unutur gidersiniz. Bir de yola çıkmazdan önceki okumalarımı katın, dönüşte bunu yazmak neredeyse bir okul ödevi gibiydi. Çok da uzun sürmedi. On sekiz ayda yazdım. Ama basılması için üç yıl kadar kapı kapı dolaşmam ve sonra da bir yıl beklemem gerekti. Çok zor oldu.
FA:Bütün bu izlenim/gözlemlerinizi yazarak yeni bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Okurunuzu da bu tanıklığınıza ortak ediyorsunuz. Bilinmedik yabanıl doğanın dilini ustalıkla anlatırken, çektiğiniz fotoğraflarla da bu yolculuğu belgeliyorsunuz adeta. Kitabınızı kurmanızda size yön veren ne oldu; çektiğiniz fotoğraflar mı, aldığınız notlar mı, yoksa gidilen yerin doğal görünümü mü?
ÖB: Evet, bu çok önemli, gerçekten yazarken yeniden yolculuğa çıkıyorum. Ve yazmanın keyfi de burada zaten: Gene çok düşük bir maliyetle tarifsiz keyifler duyuluyor, eski keyifler yeniden duyumsanıyor. Sadece yolculukların anlatımı mıdır böyle yeniden hazlar veren… Eski aşkların anımsanması da yeni sevinçler vermez mi? Kitabın kurgusu aslında çok basit. Yolculuğu neredeyse kronolojik olarak anlatıyorum; bir tür seyir defteri bu. Ama bu kaptan ya da nöbetçi zabit, seyir defterini işlerken kendini hayli özgür sayıyor ve o andaki konumunu, rüzgâr hızını, basınç ölçülerini, dalga türünü, bulutların durumunu, görüş mesafesini yazdıktan başka, çağrışımları da, duyguları da, heyecanları da deftere işliyor; kimi zaman gerilere gidiyor, kimi zaman da daha sonra olacakları kaydediyor. Bir belgeleme çabası içinde olduğum doğru. Daha önce de değinmiştim: Bir coğrafyanın, bir doğa parçasının anlatımıdır söz konusu olan, gerçek ve somut. Düş ürünü olayların ya da sanrıların ve yanılsamaların anlatımı değildir. Okuyucunun anlağında bunun cisimlenmesi ve doğru cisimlenmesi gerek. İşte fotoğrafların önemi burada okuyucu açısından. Ama yazar açısından soruyorsanız, birçok ayrıntıyı anımsamama yardımcı oldukları kesindir. Ayrıca belleğiniz sizi duraksattığında çok yararlıdır. Ancak fotopğrafların yanı sıra ayrıntılı haritaların ve kendi çizdiğim krokilerin de yazıya yön verdikleri kesin. Bir de işte, yolculuk sırasında bazı kişilerle etkileşim içinde oluyorsunuz. Birlikte yürüdüğünüz yol arkadaşları, kılavuz, gemiciler… Bunlarla yapılan konuşmalar da kurguda yeralıyor ister istemez.
FA:Bir gezgin için olmasa olmaz diye bir ‘kural’ var mıdır?
N/O Marion Dufresne Kerguelen Adaları’nda Morbihan Körfezi’ne giriyor.
ÖB: Gezginin tanımı nedir bilemem; ama benim sevdiğim ve anlatmayı denediğim türde yolculuklara çıkmak için olmazsa olmazların birincisi herhalde doğa sarhoşluğuna bağımlılıktır sanıyorum. Biraz serüven, en azında usulca, biraz evcilleştirilmiş de olsa bir serüven arayışı da mutlaka gerekli sayılabilir. Rahatlıktan vazgeçebilme yeteneği de gereklidir. Eğer kendi dilinizin konuşulmadığı yörelerde yolculuk ediyorsanız, sağlam yabancı dil bilgisi olmadan ne hazırlık mümkündür ne de görüp yaşadıklarınızı anlayabilmek.
FA:Gezmek görmek adına yapılan yolculukların yazı girişimiyle desteklenmesinin kalıcı bir örneğini sunuyorsunuz. Dünyanın en alt ucuna, Kerguelen Adaları’na yolculukta sizi kendine çeken ne oldu en çok?
ÖB: Çalışmamı kalıcılıkla nitelemeniz beni mutlu ediyor. Umarım bu yargınız ya da öngörünüz uzun erimde doğru çıkar. Başka ne diyebilirim. Beni orada neyin çektiğine gelince; Kerguelen Adaları’nda doğa güzelliklerle dolu, büyüleyici, güleryüzlü, baştan çıkarıcı, sıcacık, çekici, yemyeşil, cennetsi, ışıl ışıl güneşli, çarşaf gibi masmavi denizli değildir. Hani şu mayo tanıtımları için fotoğraf çekmeye gidilen adalara hiç benzemiyor oraları. Nitekim Kaptan Cook, üçüncü ve son yolculuğunda, 1776 yılında o topraklara varıp da, Büyük Kara’nın kuzeybatısına ayak bastığında Türkçeye belki de “Harap Adalar” ya da “Elem Adaları” ya da ne bileyim “Hüzün Adaları” biçiminde çevrilebilecek bir ad vermiştir: “Desolation Islands”. Ama işte o doğanın, ilk bakışta soğuk, rüzgârlı, sevimsiz, acımasız, zor, verimsiz, ağaçsız, zayıf bitki örtülü, taşsı görünümü, bütün o olumsuz özellikleriyle gene de etkiliyor insanı, hem de derinden. Nedeni ne olabilir? Uçsal bir uzaklık, benzersiz bir yalıtılmışlık mı? Belki. Bunun sonucu göreli bir el değmemişlik mi? Olabilir. Yerli nüfusu olamayacak kadar, demek ki doğal koşullarda yaşanmayacak kadar sert doğası mı? Çok muhtemeldir. Hattâ galiba daha çok bu sonuncusu.
FA:Biraz da hazırlık sürecinden söz etmenizi isteyeceğim.
ÖB: Sanırım hazırlığın iki yönü ayrıştırılabilir. Birincisi zihinsel. Önce Jean-Paul Kauffmann’ın kitabıyla uzun süren bir yakınlık sonucu bu adalara gitme tutkusunun oluşmaya başlaması, sonra da başka kaynaklara ulaşma ve bilgilenmeyle bu tutkunun pekişmesi. İkincisi pratik yönü, daha önce oraya gidenlerle görüşme, özel statülü bu Fransız topraklarının yönetimiyle temas kurma. Oraya ayak basmak için, makûl bir gerekçe ve özel vize gerekli. Onun sağlanması, sağlık raporu almak vs. vs. Sonra gemiye binmezden önce 11 saatlik bir uçak yolculuğu, ardından beş günlük bir deniz yolculuğu.
FA:Gezi/yolculuk edebiyatımıza yeni bir bakış getirdiğinizi söylemeliyim. Bu insanın ufkunu açan, keşif duygusunu kabartan bir olgu üstelik. Zenginleştirici yanı taşıyıcı/gösterici olmanızdan kaynaklanıyor. Sizce, günümüz gezginlerinin önündeki güçlükler nelerdir?
ÖB: Güçlükleri değil de umutsuzluğu sorsaydınız, artık yeryüzünde ilk kez ayak basılacak ve ilk kez anlatılacak hiçbir yer kalmamış olması derdim. Onlardan önce mutlaka başka birileri oraya gitmiştir; yarın başkaları gidecektir. Dolayısıyla artık ‘gezgin’ olunabilir mi bilemiyorum. ‘Gezgin’ sözcüğünün anlamı konusunda duraksadığımı daha önce de söylemiştim. Eğer gezginliği gidilen, görülen, gezilen yöreleri anlatma çabasıyla eşlerseniz, o zaman belki gezginin önündeki güçlükten değil de, yolculuk anlatısının güçlüğünden söz etmek daha doğru olur. Burada önem kazanan galiba, gidilen yer çok bilinse de, orada çevreye farklı bakabilmek ve yeni bir takım ayrıntıları görebilmektir. Dolayısıyla güçlük galiba burada.
FA:Ne tür yolculukların dümenine kapılmayı düşlersiniz?
ÖB: Nereye gitmek istersiniz diye anlıyorum bu sorunuzu, çünkü tür konusu galiba yeterince açık. Şimdi Güney Atlantik’te iki adaya gitmek isterim. Napoléon Bonaparte’ın sürgünde son yıllarını geçirdiği St. Helena ve Tristan de Cunha adaları. Aslında aklımı ve gönlümü çelen başka daha çok yer var.
FA: Kitabınızın çıkış noktalarından biri o yabanıl doğanın gerçekliğini yalın biçimde anlatmak. Bunu yaparken de, izlenimlerinizi birtakım bilgilerle bütünleştiriyorsunuz. Orada tanık olduklarınızı aktarırken bir gezginin dünyasını da dile getirirsiniz aslında.
ÖB: Doğru, denediğim bu.
FA:Biraz da “Marion Dufresne”den söz edelim. Seçerek yapılmış bir yolculukta deniz bilgisi kadar gemi bilgisiyle de yüzleşir okur. Sizi kuşatan seyri açmanızı isteyeceğim, seçilen gidiş aracına ilginiz burada yeni keşif yolculuğuna çıkarıyor sizi, sanıyorum! Ne dersiniz?
N/O Marion Dufresne Morbihan Korfezinde; arka planda Büyük ve Küçük Ross dağları. Kerguelen Adaları
ÖB: Haklısınız. Gerçekten bu kitap sanıyorum ki biraz da o gemiyi konu edinmiş, onu anlatıyor sayılabilir. Ona bir övgü niteliğinde. Kitaptaki 120 kadar fotoğraftan 15-20’sinde Marion Dufresne’in ya tamamı ya da bir bölümü görünüyor. Gemileri ve gemiyle yolculuğu seviyorum. Ve yolculuk ettiğim her gemi bende unutulmaz anılar bırakıyor. Sadece eski tipte, o 1950’li yılların gemi mimarisi tarzında inşa edilmiş, tercihen hem yük hem de yolcu taşıyan karma gemiler değil, onların yeri tabii çok ayrı, son çeyrek yüzyılın klasik estetikten yoksun kuru yük gemilerini de seviyorum. İşte Marion Dufresne kısmen eski gemi estetiği çizgilerini taşıyan yeni bir gemiydi. Üstelik de çok ileri teknoloji ile donatılmıştı. Benim çocukluğum Üsküdar’da Ayazma camiinin ardından Sarayburnu’na bakan bir evde, sonra da Ortaköy’deki Feriye Sarayları’ndan birinde yerleşik Galatasaray İlkokulu’nda geçti. Dolayısıyla görüş alanımın içinde hep gelen geçen gemiler vardı. İlkokul düşlerimin içinde gemilerin ve uzak yolculukların yeri çok fazlaydı. İlgimin ve sevgimin kaynağı bunlardır sanıyorum. Gemiyle yolculuk ve onu anlatma çabası, ister istemez sizi gemiciliği tanımaya, denizde seyrin esaslarını öğrenmeye zorluyor. Bu öğrenim sırasında bir de gemicilik terimlerinin çekiciliğine kapılıyorsunuz. Çoğunluk İtalyanca, İngilizce, kimi Yunanaca kaynaklı, kendince Türkçeleşmiş bu sözcüklerin ayrı bir şiirselliği de var. Bir de çok ayrıntılı adlandırmalar yoluyla anlatımda çok ileri düzeyde bir kesinlik sağlıyorlar.
FA:Benzersiz bir yolculuk kitabı sunuyorsunuz. Okurda gitmek/görmek/keşfetmek duygusunu kabarttığınızı söylemeliyim. Böylesi bir kitabın başka dillerde de okunması, kitaplıkları girmesi gerekir. Sınırları aşan bir yolculuktan derledikleriniz başka ülkeleri, başka insanları, başka dilleri de ilgilendireceği kanısındayım. Böylesi bir girişiminiz oldu mu?
ÖB: Çok teşekkür ederim. Nerdeyse benim Claude Lévi-Strauss’a ve Jean-Paul Kauffmann’a yüklediğim özellikleri, siz, bana yüklüyorsunuz. Duymak hoşuma gitse de, pek ikna olmuyorum. Bilemiyorum ve doğrusunu isterseniz, kitabın önsözünde de belirttiğim gibi, Lévi-Strauss’un nefret ettiği türden gezginlere benzemeyi hiç istemiyorum. Kitaplarımın yabancı dilde okunması için bir girişimim olmadı.
FA:Kitabınız şöyle sona eriyor:“Her yere uzak o toprakların uçsal yalnızlığını, yabanıl uzamlarını, özgür faunasını, uygarlık nimetleri gürültüsüyle bozulmamış doğal seslerin ahengini, orada yürüme ve nefes almanın yarattığı sonsuzluk duygusunu ve bütün bunları kuşatan okyanusların görkemini ve doğanın unutulmaz şiddetini ben tekrar ne zaman, nerede bulabilirim?” Bu yolculuk sonrasında yeni yerlere gitme düşünüz gerçekleşti mi, neler var gezi/kitap seyrinizde?
ÖB: O yolculuktan sonra bu kez Kuzey Atlantik’te bir başka deniz yolculuğu yaptım. Bir yük gemisiyle. Hamburg’tan yola çıkıp birkaç Baltık limanına uğradıktan sonra Faroe Adaları’na ve İzlanda’ya ulaştım. Yaz olmasına rağmen İzlanda alçak basıncının Faroe Adaları’nın batısında denizi ne hale getirdiğini gördüm. Kaldı ki Kuzey Atlantik herhalde ‘Kükreyen Kırklar’ ve ‘Uluyan Elliler’den sonra (ki Horn Burnu ve Magellan Boğazı, Kerguelen Adaları’nı çevreleyen sular ve Tasmanya’nın güneyi de bu enlemlere denk düşer) en zor denizler arasında sayılmalıdır. İzlanda’da çok ilginç bir doğa örneğini ve doğal olayları, işte geyzer’den solfatara’ya, gökyüzüne fışkıran kaynar sulardan, kaynayan kükürtlü çamur kuyularına, volkanik aktivitenin diğer görkemli tezahürlerine kadar birçok şeyi görmek olanağını buldum. Çok keyif aldım. Çok şey öğrendim. Kitap seyrinin bundan sonraki ilk durağı herhalde bu şileple yolculuk olacak, ama sadece denizdeki bölümü. Uzun erimli hedefse herhalde ‘Soğuk Kıyılar’ yani Svalbard yolculuğunun öyküsü. (27.7.2004)
Feridun Andaç’ın Ömer Bozkurt’la yaptığı bu söyleşi, ilkin kısaltılarak “Doğa sarhoşluğuna bağımlılık yolculukların olmazsa olmazıdır” başlığı altında Dünya gazetesinin31 Temmuz- 1 Ağustos 2004 tarihli Cumartesi-Pazar ekinde ve ardında Hürriyet Gösteri dergisinin Ekim 2004 tarihli 263. Sayısında (s. 30-34) yayımlanmıştır. Üzerinde imza bulunmayan bütün fotoğraflar ÖB tarafında çekilmiştir.